İNSAN NEDİR Kİ?
Reha Erdem, filmlerinde en temelde insana dair sogulamalar
yapmakta ve herkesin” insan olma”
çabasında nasıl ilerledğini incelemektedir genellikle. Erdem filmlerindeki bu “insan
olmak” için kahramanların verdiği mücadeleyi çoğunlukla ergenlik ve büyümek üzerinden işlemektedir. Kahramanları
büyümeye direnç göstermekte, büyümüş olanlar ise(yetişkinler) çocuklukta ve
ergenlikte büyümeye karşı gösterdikleri isyandan vazgeçmiş, mevcut düzeni
kabullenmiş ve durulmuş kişiler olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Hatta hayat
boyunca iktidara ortak olmak için çabalayan insanın yetişkinlikte bu çabalamaların
sanki bir bedeli olarak öksürükten kurtulamadıklarını görüyoruz(Hayat Var’daki
dede,Beş Vakitteki imam,Kosmos’daki terzi)(Yücel,2009). Erdem’e göre ergenlik
insan olma yolunda yaşanan en zor ve sancılı dönem, yetişkinlik ise bunun
bittiği durulduğu dönem. Yönetmenin insan olmak, büyümek, insanın iç çelişkileri
gibi konuları en bariz işlediği filmi
ise Korkuyorum Anne filmi diyebiliriz.
Hatta filmin ilk önce belirlenen ismi aslında “İnsan Nedir Ki?“.
Öncelikle yönetmenin filmlerindeki temel güzergahı ya da
izlediği sürecin şemasını çıkarmaya çalışalım. Kısaca açıklamak gerekirse filmlerinde
en temelde birey ile toplum arasındaki çelişkinin varlığından yola çıktığı
söylenebilir. Bireyin mutluluk ve özgürlük arayışı ile kültürün çatışmasını ele
alan Erdem, Freud’un düşüncesine benzer özellikler taşımaktadır. Freud
mutluluğun insan için evrensel bir ihtiyaç olduğunu ve ancak içgüdüsel arzuların doyurulduğu egoist
bir yaşam tarzıyla mutluluğun olabileceğini savunur. Modernist proje ise
insanların mutluluk içinde değil evrensel bir hoşnutsuzluk içinde ve bunu da
bir arada uyumlu yaşamanın bir bedeliymişcesine ortaya koyar(Yücel, 2009). Freud’a
göre herkes kendi yöntemiyle bu çatışmayı çözecektir.Erdem de filmlerinin
sonunda herkesin kendi çözümünü gösteriyor. Kimi bu çelişkiden sürekli kaçıyor(Ali)
kimisi aşka sığınıyor(Hayat) kimisi de öldürmeyi çare olarak görüyor(Ömer).
Korkuyorum annedeki Ali ise ergenlikte kalmaya çabalayarak,adeta zamanı aynı
noktada durdurup büyümenin önüne geçmek ve hep çocuk kalmak istemektedir.
Ali bir trafik kazası sonucu hafizasını kaybetmiştir ve film
bunu anlatarak başlamaktadır. Film her ne kadar bir mahalledeki apartman
dairesine sıkışmış gibi gözükse de aslında özenli bir kurgunun yardımıyla
kendimiz gibi diğer insanların da hapşırdığını, yemek yediğini gösteren
görüntüleri arka arkaya sıralayarak bir nevi hepimizin aslında birbirimize
benzediğini,benzer davranışlarda ve benzer özelliklerde olduğumuzu gösteriyor. Ali, yaşadığı hafıza kaybı nedeniyle doktora
gittiğinde babasını hatırlamadığını söylüyor. Doktor da Ali’ye baban dışındaki
herkesi tanıyor musun peki diye soruyor. Ali de nasıl tanıyım herkesi, okadar
çok insan var ki, okadar çok göz, okadar çok kulak... “diye cevap veriyor. Bu diyalog
sırasında biz de ekranda vapurda,sokakta,yolda sıradan insanların bedenlerini
ve davranışlarını izliyoruz. Esneyenler,simit yiyen bir amca,el sıkışanlar...
Bunun dışında filmdeki en büyük iktidar aslında ailedeki
baba olarak gösterilmekte fakat bunun dışında dışarda polis ve askerin de iktidarın
birer parçası olduğunu, polisin Ali’nin hafıza kaybına neden olan yaşadığı
kazaya ilişkin sorgusu sırasındaki Ali’nin korku dolu bakışları aracılığıyla aktarmaktadır.
Ancak bir önceki sahnede polislerin aralarında sohbet ederken birinin diğerine saçlarının
sertliğinden şikayet ettiğini, diğerinin de ona bu sorununu çözecek bir krem
önerdiğine şahit oluyoruz. Burada aslında bir iktidar uzantısı olarak korkulan polisin
de normal bir insan olduğunu anlatmaya çalıştığını görüyoruz yönetmenin. Psikolojide
de en büyük iktidar aracı olarak görülen baba ise Ali’nin en çok korktuğu
varlık belki de. Öyle ki film boyunca Ali zaman geçtikçe evdeki köpeği bile
hatırlıyor ama babasını çok uzun bir zamandan sonra ancak hatırlayabiliyor.
Film,iktidar olma istemi, özgürlüğü arayış, toplumsal
baskıdan kaçış gibi insana dair birçok sorgulama içeriyor. Bunlardan biri de
insan bedeni. Filmde insan bedeni bir bilinmezlik ve ötekileştirilmiş bir
varlık olarak görülüyor. Öyle ki röntgen filmine bakan Neriman, Ey yüce Rabbim,iyi
ki üzerimizi örtmüşsün diyor.(Yücel, 2009) Kendini Ali’ye hatırlatmaya çalışan
Neriman başlıyor kendini,mesleğini tarif etmeye ancak en sonunda “ne zormuş
kendini anlatmak” diyor. Sonunda Neriman’ın kendini ve neden bu koşullarda
olduğunu sorgulayan bir iç diyaloğa ulaştığını görüyoruz. Sanki hayatın
karmaşası içinde durup kendimize hiç bakmıyoruz ve bunu ancak olağanüstü bir durumda
(örneğin Ali’nin hafıza kaybı )yaptığımızı göstermek istiyor yönetmen bize. Ali’nin
babası sinirleniyor Neriman Hanım’ın kendini sorgulamasını dinlemek zorunda olduğu
için ve” ne alakası var şimdi sizin hayatınızla bunun” diyor.Neriman Hanım da “nasıl
anlatayım kendimi başka türlü” diyor. Sanki insan çelişkileriyle
pişmanlıklarıyla bir bütündür dercesine.
Ali’nin yaşadığı hafıza kaybı onun adeta küçük bir çocuk
gibi davranmasına ve düşünmesine sebep oluyor. Ali’nin annesi o küçükken ölmüş.
Aslında Ali’nin hayatta en zorlandığı şey de bu. Ali bir sahnede yavaş yavaş
denize giriyor ve kayboluyor. “Deniz Jung terminolojisine göre kolektif bilinçaltının yaratıcısı konumdadır,
aynı zamanda evrensel annenin de arketiğidir.Anne yaşam suyunun bir karşılığı,yaratıcı
edimin bir biçimidir. Anne kavramı Jung terminolojisinde hem bireyin kişisel annesini hem de kolektif
bilinçaltının arketipi konumundaki evrensel anneyi karşılar. Kişi kendi
annesinde evrensel anne arketiğini arar ve bu yolla onu Tanrılaştırır.”(Yücel,2009,
s:34)Böylelikle Ali suya girdiğinde annesine kavuşmuştur. Baba ise hayatın
mantıksal kısmını oluşturuyor ve Burak Acar’ın tabiriyle genellikle eve ekmek
getiren,hayatın tozuna toprağına karışmış homo economicuslar olarak görülüyor. Aslında
insanlık tarihindeki ilk iş bölümü olan kadın ve erkek arasındaki iş bölümü
bugün de varlığını sürdürüyor. Genellikle kadınları evde, erkekleri de çalışma
hayatında gördüğümüz Erdem’in filmleri bilinen küçük aile tipolojisini de
seyirciye göstermiş oluyor.
Erdem’in özellikle
idealini anlattığını söylediği Kosmos filminde kahvehanede ona iş
verilmesine rağmen çalışmayı reddeden Kosmos karakterinde açıkca gördüğümüz “tembelliğe
övgü” tarzındaki vurgusunu çok üstüne basmamış olsa da bu filminde de
görüyoruz. Babası Ali’nin hafızasını kaybetmeden önce çok tembel olduğundan,hiç
bir işte dikiş tutturamadığından, çalışmadığından yakınıyor. Ama biliyoruz ki
ömrünün üçte ikisini işinde harcayarak geçiren emekçiler için aslında çalışmak
özgürleştirmiyor. İnsanın daha fazla artı ürün için değil, doğadaki işlevini
yerine getirebileceği,insanın kendi olması için gerekli üretkenliği ve
yaratıcılığı sayğlayabileceği bolca boş vakite sahip olması ve daha az çalışması
gerekiyor mu?
Filmin en can alıcı sahnesi ise belki de Ali ile kasabın “erkek
olma” üzerine konuştukları sahnedir. Kasap Ali’ye nasıl erkek olunacağını
öğretirken “insan nedir?” diye soruyor ve kendisi cevap veriyor. Et ,kemik, yağ
ve sinir.” Erkek nedir?” diye soruyor ve aynı cevabı yineliyor, “danadan ne
farkımız var ? Önemli olan içinde ne var, içinde erkek yatıyor mu?” diyor.
İncelendiği üzere film bize insan hakkında birçok ipucu
sunuyor ve aralanacak kapıları işaret ediyor. Seyirci olarak belki de bir
çoğumuzun uyuyan algılarını açmamızı sağlıyor. Ancak biraz düşününce görüyoruz
ki insanı birazcık anlamaya başladığımız yerde toplum başlıyor. Hatta birey
olarak insanın birçok davranışında ve düşüncesinde toplumsallık yaıtyor. Bu da
bizi doğayla ya da diğer canlılarla kurduğumuz ilişkileri anlamada toplumsalı
incelemeye ve toplumun içindeki bireyi incelemeye götürüyor. Film de bize bunun
ipucunu veriyor belki. Çünkü Ali’nin sorunu babasıyla olan kişisel bir çatışma
değil, toplumun yarattığı “baba” erkinin onda yarattığı baskıya karşı
özgürlüğüne kavuşma arayışı.
Güneş Uyanıker
YARARLANILAN
KAYNAKLAR
Nilüfer Güngörmüş, Reha Erdem, Korkuyorum Anne, Metis Yayınları, 2009, İstanbul
Fırat Yücel (Editör), Reha
Erdem Sineması:Aşk ve İsyan,Çitlembik Yayınları, 2009, Ankara
KENTİN
ÖTEKİ YÜZÜ
İzmir’in kordonu, fuarı, saat kulesi gibi görünen
yüzünün yanında görünmeyeni anlatmak belki de İzmir’in daha özgün bir yanından
tutmak olacaktır. Gecekondular ya da “varoş”ların İzmir’deki hallerini
yakalamak ve bir nevi sokağın öyküsünü yazmak da ancak böyle bir derinliğe
sahip kafaların (düşüncelerin) ürünü olabilir...
İzmir’in görünmeyenini anlatan Vicdan ve Kader
filmleri belki herkesin “burası İzmir” diyebileceği simgeler ve mekânlar
sunmasa da karakterlerinin ve öykülerinin İzmir’e aitliğini hissettiriyor.
Aşkı konu alan bu iki filmde de yine aşkın iki yüzünü
görüyoruz. Vicdan’daki kimine göre vahşi kimine göre sınırları yoklayan aşk
duygusu bir tutku niteliğinde ele alınmış. Filmde Mahmut’un Aydanur’a
bağımlılığını özellikle cinsellik üzerinden işleten bir ilişki portresi
çizilmiş. Bir tarafta da Mahmut’un evlendiği kadın Songül var. Bir yandan bu
aşk hikâyesine tanık olurken bir yandan da varoşlarda geçen hayat
mücadelelerine şahitlik ediyoruz.
Geç saatlere kadar çalıştıkları, sıcak ve basık bir
ortam olan fabrika ve fabrikadan çıkıp döndükleri gecekonduları arasında gidip
gelenlerin öyküsü bu aynı zamanda. Fabrikadaki yoğun ve monoton çalışmalarının
dışında onlara kalan ise belki de sadece aşktır. Sonradan Mahmut’un sert
aşkından sıkılan Aydanur, çocukluk arkadaşı olduğu Mahmut’un eşi Songül ile
Mahmut’a karşı birlik olmaya başlıyor. Basmane’deki tren raylarına üst
geçitteki teller arasından bakarak kente ve belki de dönüşmek zorunda
bırakıldıkları her şeye isyan ettikleri sahnede, filmin anlatmak istediğini de
ele verdiğini görüyoruz. Kente yaptıkları haykırışın ardından Songül ile
Aydanur işe gitmeyerek Alaçatı’daki rüzgâr tribünlerinin altında adeta bir
rüzgâr gibi özgürlüklerini yaşıyorlar.
Eskiden kent merkezi olan ve artık pavyonların ve
otellerin yer aldığı gündüzleri karanlık, yıkık dökük ama geceleri pavyonların
ışıklarıyla aydınlanan bir Basmane’yi de işlemeden geçemiyor yönetmen Erden
Kıral.
Filmin giriş sahnesinde arabayla tepeye
tırmandıklarında İzmir’in manzarası büyüdükçe aşıkların tutkularının da zaman
içinde büyüyerek öykünün de sonunu getirdiğini söyleyebiliriz. Zaten dibe
batmışlığı sonuna kadar yaşayan bir aşkın yolu da ancak böyle bir İzmir’den
geçtiğinde o çaresizliği hissettirebilirdi bizlere herhalde.
Çaresizlik ve aşk sürgünü diyebileceğimiz başka bir
İzmir hikâyesi de Zeki Demirkubuz’dan geliyor. Demirkubuz’un erdeme giden yolun
kötülükten geçtiği düşüncesinden hareketle yine kötü insanlar olmayan fakat
hayata tutunamamanın kötülüğe ittiği karakterleri görüyoruz. Uğur ile Bekir’in
hikâyesi de ağırlıklı olarak yine bir gecekondu mahallesinde geçiyor. Küçük bir
esnaf dükkânına mahallenin güzel kızı Uğur’un girmesiyle başlıyor film.
Dükkânda ise sevdiğine sevgisini bile söyleyemeyecek kadar içine kapanık ve
muhtemelen başında durduğu dükkânda da babasının emri üzerine sesini
çıkarmayarak, dükkânda durmayı kabul etmiş Bekir beklemektedir. Bekir’in Uğur’a
ulaşması çok zor görünse de Bekir’in hikâye boyunca gösterdiği çaba bu zorluğu
kırıcı ama bir yandan da insanı kader olgusuna inanmaya iten bir his
uyandırmaktadır seyircide. Uğur her ne kadar Zagor’a âşık olsa da, Bekir’i her
zaman küçümsese de aşkı bir cinsellik ya da çıkar ilişkisinden ibaret olmayan,
sadece “O”nun yanında kalmanın aşığa yeteceği yüce bir duygu olarak sunuyor
bize yönetmen.
İki filmde de anlatılan iki aşka İzmir’in etkisi
yadsınamaz durumdadır. Vicdan’da da Kader’de de anlatılan birer aşk öyküsü
değil İzmir’de geçen bir aşk öyküsüdür. Sonuç olarak hem aşkı iki farklı
biçimde algılayıp yansıtan, derinlikleri itibariyle İzmir’i ve İzmir’de
varoşları mekân olarak seçen iki yönetmen de kentin öteki yüzünü bizlere bu aşk
hikâyeleri aracılığıyla ustalıkla gösteriyor.
Güneş Uyanıker
25.08.2011