Tüm filmler politiktir, ancak her film aynı tarzda politik değildir.Mike Wayne

Başlarken;

Başlarken;
Sinemanın her türünü kapsayan ama özellikle en az gündeme gelen türü sayılabilecek politik sinemayı açıklamak, sinema dünyası hakkında güncel bilgilere ulaşılabilirliği sağlamak ve bu bağlamda fotoğraf, film bilgileri, eleştiri yazıları, akademik bilgiler, yayımlanan kitaplar vs. paylaşımını sağlamak amacıyla kurulmuş bir blogdur.

18 Temmuz 2011 Pazartesi

ROBERT BRESSON SİNEMASI VE AU HASARD BALTHAZAR



Robert Bresson dünya sinemasında çok özel yere sahip bir yönetmendir. Fransız sinemasında, aynı dönemlerde ürün verdiği Fransız Yeni Dalgası yönetmenlerinden farklı bir yerde, kendisine has ve tek başına ancak kategorize edilebilecek özel bir yerde durur. Yarattığı çok özel stille kendisinden sonra gelen birçok yönetmene örnek olmuştur. Sinemayla ilgilenen çoğu insanın adını bile duyunca saygı göstermesine karşılık, filmlerinin, sinema eleştirmenleri tarafından dahi çok bilindiğini söyleyemeyiz.

Toplam 14 filminin birkaçı dışında çoğunu başyapıt olarak değerlendirebiliriz. Bresson filmlerinin en önemli özelliği ulaşılması zor sadeliğidir. Oyuncu seçimlerinde profesyonel olmayan oyuncuları yeğleyen ve oyuncuların oynadıkları rolde duygusallığa izin vermeyen bir yönetmen olan Bresson’un filmleri bu açıdan çok nevi şahsına münhasırdır. Kamera hareketlerinde, seste, müzikte ve oyunculuklardaki bu tutumluluk Bresson’un, hayatı “nasılsa o şekilde ve tüm sadeliğiyle” kavrama isteğinden kaynaklanır. Sinema dili, sinemada minimalizm olarak da değerlendirilebilir.

Bir röportajında, hayatın içindeki basitlik ve sıradanlıkta, Tanrının adını anmaya gerek duymadan O’nun varlığını görmenin öneminden bahseden Bresson için tüm filmleri böyle bir arayışın sembolü mahiyetindedir. Bu yüzden Bresson söz konusu olduğunda, onun filmlerini salt estetik düzeydeki minimalizmiyle değil, bu minimalizmin sebeplerini, yani Tanrıyı hissetmek ve hissettirmek isteyen bir insanın çabaları olarak görmeliyiz. Bu anlamda Bresson, seyircisinden de aynı şeyi talep eder. Filmin ruhsallığına katılabilmek için de belki Tarkovsky filmlerine benzer şekilde bir teslimiyet ve ruhsal olarak filmdeki yaşantıya katılmak gerekir.

Bresson, filmlerinde özellikle ilk dönem birkaç filmi hariç hep amatör oyuncular kullanmıştır. Bunun sebebini ise, profesyonel oyuncuların filmin istediği ruhsallığa, duygusal atraksiyonları yüzünden katılamamaları olarak gösterir. “Model” adını verdiği oyuncular onun için filmin içinde bulunduğu ruhsal atmosferin modelleridir, başka bir şey değil! Duygusallığın uzağında bir oyunculuk anlayışı Bresson’un çok kendine has özelliğidir. Bresson’a göre filmin ruhsallığı ancak ve ancak duygusallığın uzağında ve üstünde gerçekleşebilir. Duygusallık ise ruhsallığın önüne set vuran (aynen Hollywood filmlerinde olduğu gibi) bir engel gibidir Bresson için.

“Filmlerimi yaparken ne yapacağım üzerinde çok fazla düşünmem; sadece açıklamaya kalkmadan bir şeyleri hissetmeye çalışır ve bunu yakalamaya çalışırım…Düşünmek çok korkunç bir düşmandır. Sanat yaparken zekanı kullanmak yerine, sezgilerini ve kalbini kullanmalısın!” diyen bir yönetmen için seçtiği biçimin de bu fikre uygun bir biçim olması kaçınılmazdır.

Filmlerinde dramatik kurguyu çok önemsemeyen, klasik kamera açıları yerine mesela insanların ellerine, ayaklarına ve yaptıklarına odaklanan, genelde hareketsiz, bel hizası bir çekimi yeğleyen Bresson, bu özellikleriyle hemen fark edilen bir stile sahiptir. Görüntülerdeki tutumluluğu ve sadece “gerekli” görüntüleri aktarmak isteği, onun kesimlerini sadece gerekli yerlerde yapılması gereken bıçak gibi keskin anlatım imkanları olarak görmemize sebep olur. “Gördüğünü senin gördüğün gibi gören ilk insan sen ol” diyerek aslında hayatın bir kere oluşmuş bir halini aktarmak ister Bresson. Bu anlamda, nesnelere ve onların, kişilerin yaptıklarıyla ilişkilerine özel bir önem verir. “Sinematograf Üzerine Notlar” adı kitabında herkesin koşuşturup durduğu ama aslında yavaş olabilen filmlerden ve hiç kimsenin hareket etmediği ama içinde hareket olan filmlerden bahseder. Kendi filmleri de işte normalde yavaş ilerleyen ama insanoğlunun kadîm problemlerine eğildiği için çok yoğun bir içsel düşünceyi ve hareketi çağırırlar. Çoğu filminde diyalog açısından da minimal bir tutum izler Bresson. Sadece “gerekli” olan görüntünün, sadece gerekli olan diyalogları söz konusudur filmlerinde fazlası değil!

Yazının konusu olan “Au Hasard Balthazar” filmine geçmeden önce Bresson filmlerinden bazılarını ele almamız gereklidir. Çünkü bütün Bresson filmleri tek bir filmin parçaları gibi görünürler.

“Bir Taşra Papazının Güncesi (1950)” filminde taşraya atanan ve ağır bir hastalık geçirmekte olan bir din adamının inancı ile kendisini bekleyen son arasındaki tezata gösterdiği sabır ve sebat anlatılır. Aslında din ve Tanrı ile ilişkisini koparmış bir dünyada, hayata bakışını din üzerinden kuran; yardımı, iyiliği, ahlakını ve başkası için adanmayı ancak bu çerçevede anlamlandıran bir insanın, anlaşılamaması ve git gide bulunduğu ortama yabancılaşması söz konusudur. Bütün diğer filmlerinde de olduğu gibi, Bresson, modern çağlarda insanoğlunun katı acımasızlığını ve merhametsizliğini önümüze sürer. Tarkovsky’ye göre gelmiş geçmiş en iyi film olan “Bir Taşra Papazının Güncesi” filmi, gerçekten de ruhsallığı ile seküler dünya arasındaki büyük çatışmanın dindar bir insana yaşatabileceği acıları ve onun yalnızlaşmasını konu edinir.

“Bir İdam Mahkumu Kaçtı (1956)” filmi ise idama mahkum olan bir insanı konu edinir. Bütün filmlerinde olduğu gibi bu filmi de, anlatılan konunun çok ötesinde insan denen varlığın ruhsal mücadelesi ve kurtuluşunun çarelerini araştırır. Filmin finali bu açıdan çok önemlidir bana kalırsa.

“Yankesici (1959)” Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza” romanı ile gevşek olarak ilintli bir filmdir. Yankesicilik yapan Michel, Raskolnikov gibi bunu insanlığın iyiliği için yaptığını düşünmektedir. Zenginden yoksulun hak ettiğini alıyordur çünkü. Bu film Bresson’un bir taraftan insanın en temel erdemlerine ve kötülüklerine bakışı olurken, diğer taraftan da içinde bulundurduğu çok ilginç yankesicilik sahneleriyle hareketli bir yapı arz eder. Filmin sonunda Michel’in sevdiği kadına hapiste söylediği “Seni bulmak için ne kadar uzun bir yol kat etmem gerekiyormuş” sözünü söylediği an, aslında doğru yolun çok dolambaçlı ve çoğu zaman da acı veren yollardan geçilerek bulunabildiğini imâ eden çok önemli bir andır; aynen Raskolnikov’un Sonya’daki saf aşkta sükût bulması ve huzura ermesi gibi…

“Jean D’arc’ın Yargılanması (1962)” Dreyer’in Jean D’arc filminden bazı noktalarda ayrı yerde durur. Belki Bresson’un en iyi filmlerinden olmasa da yine de Bresson’a has özellikleri gördüğümüz ve orijinal Jean D’arc yargılanmasına yakınlığı ve yine duygusallıktan uzak bir oyunla (Dreyer’inkinin tam tersi) aktarılmasıyla önemli bir filmdir.

“Mouchette (1967)” ise Bresson’un büyük başyapıtlarından birisidir. Birçok açıdan “Au Hasard Balthazar” filmine benzeyen Mouchette filminde, 15 yaşlarında bir genç kızın önü gelmez acılarının karşısında umutsuzca sürüklenmesi söz konusu edilir. Benim sinema tarihinde gördüğüm en derin (ama aynı zamanda ancak hissedilebilecek kadar sade, hemen tüm Bresson filmlerinin finalinde olduğu gibi) final sahnesinde, annesinin öldüğü gün hayatla kalan son bağını da koparmaya niyetlenen genç kızın son bir umudunun nasıl bir vurdumduymazlıkla suya düştüğünü görürüz: Mouchette intihar etmek için bir göl kenarına gider. Amacı suya atlayıp kendisini orada boğmaktır. İlk denemesi başarısızlıkla sonuçlanır. İkincisini denemeden önce ilerideki yoldan bir traktör geçiyordur. Kız, hayata tutunma isteğinin küçücük de olsa bir karşılığını bulmak istiyordur, insanlarda küçücük de olsa bir merhamet kırıntısına şahit olmak! Traktör şoförüne elini kaldırarak selam verir. İster ki bir küçük karşılık görsün ve hayata tutunacak bir sebebi olsun; ama traktör şoförü Mouchette’in el selamını görür ama kafasını çevirip yoluna devam eder. İntiharla biter film.

Mouchette, hayatımızdaki en büyük acımasızlıkları, vurdumduymazlıkları sadece “kötü” insanların değil, aynı zamanda normal hayatlarını yaşayan “iyi” insanların da yaptığının; yaptığımız ya da yapmadığımız küçücük şeylerin bir insanın hayatında yaratabileceği devasa etkileri görmek konusundaki körlüklerimizin yüzümüze vurulmasıdır bir anlamda. Aynı son “Devil Probably” filminde de vardır. Hayattaki acımasızlığa, çürümüşlüğe itiraz ve protesto olsun diye ve hayatta yaşamaya değer bir şey bulmadığı için intihar etmek isteyen genç bir adam, intihar etmek istediği son gün, dışarıdan gelen müthiş bir Mozart müziği duyar. Hiç olmazsa bu müziğin nereden geldiğini, bu kadar ince ve güzel bir müziği çalan insanın, şu hayata tutunmak için yeterli bir sebep olabileceğini düşünüp dışarı bakar. Ancak bir süre sonra anlar ki, bu müzik bir televizyondan geliyordur…intihar eder.

Son filmi “L’Argent- Para (1984)” filminde paraya bağımlı ve materyalizmin tutsağı olmuş acımasız bir dünyaya bir protesto söz konusudur. Bresson, filmini bir seri cinayet filmi olarak adlandırır. Seri cinayet, aslında paranın bizlerin ruhuna yaptığından başka bir şey de değildir. Artık vücutların kendilerine varlık ve anlam veren ruhsallıklarını kaybettikleri ve birer makinaya döndükleri bir dünyadır “Para” dünyası. O yüzden bu film sık sık ruhsallığını yitirmiş ve birer makine parçası gibi işlev gören ellere, kollara, ayaklara ve diğer vucut parçalarına odaklanır yüz yerine… Filmde, sahte paranın kaynağının peşinde giderken, paranın getirdiği sahte dünyaları önümüze koyar Bresson.

Birçok sinema eleştirmeni ve yönetmeni tarafından sinemanın gelmiş geçmiş en önemli birkaç filmi arasında gösterilen “Au Hasard Balthazar (1966)” filmi için büyük Fransız yönetmen Jean-Luc Godard “Bir buçuk saatte dünya” yorumunu yapmıştır. Bir eşeğin başrölü oynadığı filmde, eşeğin başına gelenlerle benzer bir kadere yürüyen Marie’nin hayatı anlatılır.

Bir çiftlik evinde doğduğunda “vaftiz edilen” ve Marie ile Jacques’in çocukluk anılarına eşlik eden eşek “Balthazar”, hayatının geri kalanında sık sık el değiştirirken aynı zamanda insanlığın yüzüne tutulan bir ayna işlevi görmektedir. Her gittiği yerde insanlığın acımasızlığına ve zulmüne şahit olur Balthazar. Ancak bu zulümler Gerard gibi gerçekten kötü insanların zulmü olabildiği gibi, sıradan “iyi” denebilecek insanların da vurdumduymazlıklarının, çıkarcılıklarının sonucudur çoğunlukla. Bresson bu filmde de diğer filmlerinde izini sürdüğü temel kötülüğü araştırır. İnsanoğlu, diğer insanlara ve canlılara bu kadar acı çektirebilmeyi hangi temel dürtüyle becerebilmektedir? Bundan çıkış ve kurtuluş yolu nedir?

Bencilliklerinin peşinde koşan ve bu bencillikleri yüzünden Balthazar’a ve diğer insanlara acı çektiren insanlar, tüm insanlığın da bir prototipi gibidir. Bencillik, insanlığın en büyük kötülüklerinden birisidir ve bu yüzden başkalarına çektirdiğimiz acıları dahi anlayamadığımız ve belirli bir süre sonra kendilerimize acı çektirmek olarak yansıyabilecek temel bir kötülüktür. Aynen Balthazar’da olduğu gibi, bu bencillikler, yapılan kötülüklerin üstünü örter, hatta bunları kötülük olarak görmeyecek kadar da kalp körleşmesine yol açar! Balthazar, bütün bu kötülüklerin, zulümlerin sessiz bir tanığıdır. Marie’nin hayatını daha 15 yaşındayken bir cehenneme çeviren bu tür bir bencillik ve acımsızlıktır aslında. Hem kötü insanların, hem de iyi insanların, yaptıkları ve yapmadıkları sonucu büyük bir felakete sürüklenen Marie ve Balthazar adeta insanlığın gitmekte olduğu büyük felaketin sembolleri gibidirler.

Bresson’un diğer önemli filmlerinin olduğu gibi “Au Hasard Balthazar” filminin de final sahnesi, çok sade ama bir o kadar da insanlığın üzerine düşünmesi gereken bir finaldir. Hayatı boyunca kendisine acılar çektirmiş insanların zulümlerinin en sonuncusunda vurulduktan sonra gidip bir koyun sürüsünün şefkatine ve koruyuculuğuna sığınan ve ölümü orada, huzurla yatarak karşılayan Balthazar, bizlere de huzur için bir seçenek sunuyor gibidir.

Bresson’un filmlerini bir başka açıdan Tarkovsky filmleriyle karşılaştırırsak belirli ortak noktalarla birlikte bazı karşıtlıklar da buluruz. Bresson filmlerinde ruhsallığı ile yaşadığı dünyanın gerçekliği arasındaki çatışmayı ve çelişkiyi intiharda bulan genç insanlar söz konusudur. Mochette, Devil Probably, Gentle Creature hatta bariz bir görünme olmasa da Balthazar…yine yaşadığı dünya ile uyumsuzluğunu çözebilme ve direnebilme gücünü yitirmiş ruhsal açıdan güçsüz insanlar vardır (Bir Taşra Papazının Güncesi, Au Hasard Balthazar vesaire) . Tarkovsky filmlerinde ise yaşanan dünya ile insanın ruhsal yönü arasındaki tüm çelişkiye rağmen, buna direnen ve kendi ruhsallığını hayata tutturmaya çalışan ruhsal açıdan güçlü insanlar vardır. Nostalghia’da intihar eden deli Domanico bile bu intiharı bir güçsüzlük sebebiyle değil, tam tersi insanlığa çözüm yolunu gösterebilmek amacıyla yapar. Bu yüzden Bresson’un, insanoğlunun ruhsallığı ile reel dünyanın acımasızlığı arasındaki dengesizliği ve çelişkiyi çözebilecek bir çıkış yolu bulamadığı, ya da o çelişkiden umutsuzluğa kapıldığı sonucuna varabiliriz.

Dünya sinemasının kendine has, kopya edilemez büyük bir yönetmeninin sadelik başyapıtı olan “Au Hasard Balthazar” gerçekten de 90 dakikada insanlık tarihi olarak değerlendirilebilir.

http://www.derindusunce.org/2009/03/25/robert-bresson-sinemasi-ve-au-hasard-balthazar/

BİR KISA FİLM

17 Temmuz 2011 Pazar

YÖNETMENLER VE FİLMLERİ

Zeki demirkubuz
yeraltı
kıskanmak
kader
bekleme odası
Yazgı
itiraf
Üçüncü sayfa
Masumiyet
C blok
Yeni sinemacılarGemide laleli’de bir azize
Dar alanda kısa paslaşmalar
Maruf
Takva
Barda(serdar akar)
Nuri bilge ceylan
bir zamanlar anadolu'da
3 maymun
İklimler
Uzak
Mayıs sıkıntısı
Kasaba
Koza
Derviş zaimGölgeler ve suretler
Nokta
Cenneti beklerken
Çamur
Filler ve çimen
Tabutta rövaşata
Özcan alper
gelecek uzun sürer
sonbahar
yeşim ustaoğlu
araf
üç mevsim bir ömür karadeniz yaylaları
pandoranın kutusu
bulutları beklerken
sırtlarındaki hayat
güneşe yolculuk
reha erdemkosmos
hayat var
beş vakit
kaç para kaç
korkuyorum anne
a ay
semih kaplanoğlubal
süt
yumurta
meleğin düşüşü
yılmaz güney
acı aç kurtlar
adana paris
ağıt
ala geyik
arkadaş
at hırsızı
azrail benim
baba
balatlı arif
benim adım kerim
bir defa ölürüm
bir çirkin adam
canlı hedef
çirkin ve cesur
çirkin kral affetmez
dağların oğlu
duvar
düşman
endişe
eşrefpaşalı
güney ölüm saçıyor
ibret
ince cumali
hudutların kanunu
kaçaklar
kan akacak
kanımın son damlasına kadar
kızılırmak
kozanoğlu
on korkusuz adam
piyade osman
prangasız mahkumlar
sahtekar
seyyithan
silah ve namus
sürü
şeytanın oğlu
tütün zamanı
umut
umutsuzlar
vurguncular
yaralı kartal
yarın son gündür
yiğit yaralı olur
yol
zavallılar
zeyno

POLİTİK BAK








Bresson'un Fransız sineması içinde özgünlüğünün iki yönü vardır. İlk olarak, dinsel bir söylemi izleyen tek kişi sayılabilir; ikinci olarak da profesyonel oyunculardan hoşlanmaması ve tanınmamış amatörlerden yararlanması performans ve diyaloga bağlı Fransız sinema geleneğine ters düşer. Bildik ticari sinemaya karşı oluşu, temalarla mizansenin tutarlılığı ve senaryosunu kendi yazdığı filmler, onu 1950'lerin ortasından itibaren geleceğin Yeni Dalga'sının modellerinden biri haline getirmiştir. Bresson'un saf sinema anlayışı onu daha eski bir akıma, 1920'lerin Fransız avant-garde'ına yaklaştırır. (http://www.sinemafanatik.com/yabbse/index.php?board=8;action=display;threadid=8150)


Robert Bresson ile yapılan röportajda onun film yapım metodları üzeirne tartışılıyor.Özellikle Pickpocket filmi üzerinden ilerleyen tartışmada Bresson'un en çok önemsediği şey ise seyircilere anlattığı kişilikleri ya da olayları anlamalarından çok hissetmelerini sağlamak istemesi.Bunun için de özellikle oyuncuların mimiksiz oynamalarını tercih ediyor.Oyuncuların oynadıkları filmleri izlemesini yasaklıyor ve bir kere çalıştığı oyuncu ile bir daha çalışmıyor.Röportajın sonunda ise kendisini yalnız hissedip hissetmediğini sorduklarında kendini çok yalnız hissettiğini ve bundan hoşnut olmadığını belirtiyor.

ONLAR DEMİŞ Kİ:









Benim anladığım sanat, sınıf mücadelesinin en etkili ve ihmal edilmez silahlarından birisidir"
Yılmaz Güney









''Elimden gelenin en iyisini anında yapmaktan başka bir ahlakî kaygım yok. Korku, kararsızlık ya da fosilleşme, sanat alanında yeteri kadar şeye damgasını vuruyor ya da çarpık teoriler doğuyor.''

''Benim için birinci emir şu: Her zaman ilgi çekici ol. Seyirci benden bir duyuş, bir duygu, bir neşe, yeni bir canlılık bekleme hakkına sahiptir. Bunun için her yol mübahtır: Başarısızlık yolu dışında. Kendi kendine karşı dürüstlük ve başdönmesi, esinimiz için gerekli olan şeylerdir.''

Sadelik, konsantrasyon, ayrıntı titizliği... İşte her sahnenin ve sonunda bütünün değişmez öğeleri bunlar olmalıdır.''
Ingmar Bergman







''Sinema kuşku yok ki sanatların en evrensel olanıdır. Sinemanın ilk yarım yüzyılı, ne yazık ki onun sonsuz olanaklarından pek azını kullanabilmiş gözüküyor. Henüz tüm sanatların sinemada tümüyle ve organik biçimde erimesi ve tam bir senteze gidilmesi sorunu çözümlenmiş değildir. İki uç noktanın şaşırtıcı bütünleşmesine tanık olabiliriz: Seyirciye düşüncesinin temelini nakletmekle yükümlü keramet sahibi oyuncu, sonunda televizyonun büyücü sinemacısına elini uzatacaktır. Otelevizyonki, çeşitli objektiflerle ve alan derinlikleriyle oynayarak, olayların olup bittiği bir anlık zaman süresi içinde onların estetik yorumunu kitleye hızla ulaştırmaktadır. Sinema bugün tam 50 yaşında... Ve önünde sonsuz ve karmaşık bir dünya açılıyor.'' (1945)


''Ses denen şey, sessiz sinemaya eklenmiş bir olay değil, ondan çıkan bir şeydir: Bu sinema, ulaştığı plastik kusursuzluk içinde artık sesi arıyordu ve mutlaka bulacaktı.''
Sergei Eisenstein

''Kutsal olan, gerçek olandır. Asıl gerçekçiliktir, benim ön uğraşım olan bir şeydir. Bütün
eserlerim, insan varlığının kutsal olanla bağıntılarına ve gündelik yaşam içindeki kutsallığın araştırılmasına yöneliktir. Kapitalist-burjuva toplumunun ezmek için elinden geleni yaptığı, ama her zaman bir yolunu bulup ortaya çıkabilen bir şeydir bu.''
Pier Paolo Pasolini

''Sinema sonuç olarak bir düştür benim için. Estetizmin çeşitli öğeleriyle, ama ayık olarak gördüğüm bir düş.''
Pier Paolo Pasolini

''Aktörleri sevmem,
filmlerimi halkın içinde, halk ile, epik olarak çekmek isterim. Ama sevdiğim
oyuncular da vardır: Toto, Silvana Mangano ve bir aktör olmayan, kendini
canlandıran Franco Citti gibi... Tarihsel filmlerde, Hollywood veya
Cinecitta'daki gibi 'tekrar canlandırma'ya inanmam. Yapay dekorlardan çok,
gerçek bir çerçeve yerleştirmeyi tercih ederim olayları.''


Eğer yaratmak bu kadar muhteşemse, tanrı neden bizden dizlerimizin üstüne çökmemizi istiyor?

Lars von Trier

KİTAPLIK NO:2

Yakın Plan Yeni Türkiye Sineması, Zahit ATAM, Cadde Yayınları, İstanbul, 778 sayfa





Zahit Atam, Türkçe sinema literatürünü sıkı takip eder, on yıllardır İngilizceden sinema yazınını okur, önemli bulduğu sinema kitaplarını çevirir. Görüntü ve Yeni Sinema dergilerini kurmuş ve editörlüğünü yapmıştır. Türkiye’nin belli başlı üniversitelerinin tümünde seminerler verdi, panellere katıldı.

İlk filmlerini yaptıkları dönemden tanışıp arkadaş olduğu Yeni Sinemanın dört kurucu yönetmeni özelinde yoğunlaşarak, aslında 1980 darbesiyle büyüyen kuşağın sinemasını estetik, toplumbilimsel, psikanalitik, felsefik ve siyasal olarak analiz eden Yakın Plan Yeni Türkiye Sineması kendi adıyla çıkan ilk kitabı. Tıp, Matematik, Felsefe, İdari Bilimler, Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji, Sosyoloji alanlarında lisans eğitimi, sinema üzerine yüksek lisans yapan yazar, özellikle Türkiye Sinema Tarihi ve Üçüncü Dünya Sineması üzerine uzmanlaşmıştır.
Yakın Plan Yeni Türkiye Sineması, siyasal iktidar-sinema ilişkisinin kurulması ve sinema tarihimizin dönemlendirilmesi ile başlıyor. Bir doğu ülkesi olarak batıyla yüzleşme çabalarımız ve estetik aranışlarımızla birlikte sosyo-ekonomik yapımızdan psikolojik alana kadar derin ve köklü bir kırılma olan 12 Eylül’ün yarattığı yıkımların nasıl bir dönüşüm geçirerek Yeni Sinemada yansıtıldığını analizin merkezine alıyor. Dört Kurucu Yönetmenin bütün filmlerinin yakın plan analizi yapılırken, ‘yeni’nin tarihsel farklılıklarının izi sürülüyor. Bu zeminde yeni sinemamızın kuramlaştırılmasıyla birlikte yeni sinemanın siyasal söylemi tabloyu tamamlıyor.
Sinemamızdaki insan kavrayışının ve ahlaki ideallerin tersyüz edilmesinin nedenleri, anlatı yapılarının çözümlenmesi, yönetmenlerin sosyo-politik açıdan tarihle hesaplaşması ve kişisel biyografilerini içeren, ülkemizde yeni sinema üzerine yazılmış en kapsamlı eserdir.

KİTAPLIK NO:1

Politik Film: Üçüncü Sinemanın Diyalektiği, Mike Wayne, çeviren: Ertan Yılmaz, Yordam Kitap, sinema, 192 sayfa



Daha önce Türkçede ‘Marksizm ve Medya Çalışmaları’ isimli kitabı yayımlanan Mike Wayne elimizdeki eserinde, 1960 ve 1970’li yıllarda ortaya çıkan “Üçüncü Sinema”nın detaylı bir analizini yapıyor. Politik filmlerden oluşan üçüncü sinema, egemen, anaakım sinemadan oluşan Birinci Sinema ile sanat ve yönetmen sinemasından oluşan İkinci Sinema’dan sonra gelir. Eric Hobsbawm, Walter Benjamin ve Georg Lukács gibi düşünürlerden de beslenen Wayne, türün kendine has yönlerini, önemli Avrupalı öncülerini ve “haydut” figürünün burada kendine nasıl yer bulduğunu araştırıyor. Yavuz Turgul’un ‘Eşkıya’sı da, Wayne’ın incelemesine konu ettiği filmlerden.

KISA KISA

Politik Sinemanın İçinden
Çağdaş sinemadan gelen politik filmler, tam anlamıyla birey üzerinden toplumu anlamaya çabalıyor. İnsanı her şeyiyle ele almak istiyor. Buradan sisteme bakmak ve gelişmiş Batı toplumlarında iletişimsizliği, yabancılaşmayı ve tükenmeyi anlamak istiyorlar. Birbirlerinden farklı yönetmenler ve filmler olsa da, ortak noktaları devlet, sistem ve birey. Sistemin temeli kapitalizm neden yanılsamalar yaratıyor? Şiddet üretiyor? Giderek insanı tüketime zorlarken, insanın tükenmesini ve yabancılaşmasını neden istiyor? Şimdi görebildiğimiz her filmi dikkatli seyretmemiz gerekiyor. Çünkü hepsinde bilinç ve politika var.
Volker Schlöndorff…
Alman yönetmen Volker Schlöndorff (1939), 1970′lerin ortalarından itibaren politik filmlere yöneldi. 1975 yapımı “Die Vorlorene Ehre der Katharina Blum-Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru”nu Heinrich Böll’ün romanından uyarladı. Filmi, o zamanki karısı Margarethe von Trotta’yla beraber yönetti Schlöndorf. Filmde, bir kadın militan, yargıyla medya arasında kalır. Schlöndorff, bu filminde hem medyayı hem adalet sistemini mahkûm etti. Yönetmen, Günter Grass’ın romanı “Die Blechtrommel-Teneke Trampet”i 1979 yılında uyarladı. Bu etkileyici politik-savaş filminde, cüce kalmış bir insanın gözleriyle faşizmi görselleştirdi. Teneke trampetiyle faşistleri protesto eden ve büyümeyi reddeden Oskar’ın hikâyesidir bu. Schlöndorff, “Teneke Trampet” filminde, cinsellikle patates arasında bir bağ da kurmuştu. Oskar’ın babası olacak cüce jandarmadan kaçıyor, tarlada iri yapılı kadın közde patates pişirirken, kadının eteğinin altına giriyor ve olanlar da oluyor. “Teneke Trampet”in senaristleri arasında Jean-Claude Carrière de vardı. Müzikleri de muhteşem Maurice Jarre bestelemişti. 1990′ların başında duvarlar ve reel sosyalizm yıkıldıktan sonra, 2000 yılında Almanya’yı, giderek kendini sorgulayan bir politik film yaptı Schlöndorff. “Die Stille Nach dem Schuss-Rita’nın Kimlikleri”, şiddeti eleştiren ve tarafsız kalmaya çalışan bir filmdi. Aşık olduğu Andi’den etkilenip sol örgüte giren Rita, bir örgütte neler yapılıyorsa hepsini yapıyordu. Sevgilisini hapisten bile kaçırıyordu. Ardından Doğu Almanya’ya sığınıyor ve orada reel sosyalizmin ne demek olduğunu keşfediyordu tüm romantik hayal kırıklıklarıyla. Duvarlar yıkılınca Rita’nın sonu da trajik oluyordu.
Margarethe von Trotta…
1942′de doğan ve yönetmen Schlöndorff’un eski eşi olan Margarethe von Trotta, sinemaya oyunculukla başlamış. Senaryolar yazmış. Ardından kadınları öne çıkaran politik filmler yönetmiş. 1981 yılında bir politik filmle dikkatleri üzerine topladı. “Die Bleierne Zeit-Ağır Zamanlar”da, RAF militanlarından Gudrun Ensslin’in hayatını yansıttı perdeye. Film, öğrenci hareketlerini, Baader-Meinhof grubunu gösterirken, aslında anlatılanlar, İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanyası’ydı. Von Trotta, 1986 yılında sosyalist bir kadının hayatını “Die Geduld der Rosa Luxemburg-Rosa Luxemburg” filminde anlattı. Luxemburg, Karl Liebknecht’le beraber Alman Komünist Partisi’ni kurdu. Von Trotta, 1994′te siyah-beyaz ve renkli “Das Versprechen-Bekleyiş” filminde birbirinden yirmi sekiz yıl ayrı kalan iki aşığı anlattı. Berlin Duvarı inşa edilir, iki sevgili duvarın iki yanında kalır ve uzun yıllar boyunca birbirlerini birkaç defa görürler. Sonra duvar yıkılır. Aşıklar birbirlerine kavuşurlar. Von Trotta, filmlerinde genelde başrolde Barbara Sukowa’yı oynattı.
Carlos Saura…
İspanyol sinemasının önemli yönetmenlerinden Carlos Saura (1932), 1960′lı yıllarda Franco dönemini eleştiren güçlü politik filmler çekti. Ordunun, kilisenin ve burjuvazinin yanılsamalarını eleştirel bir bakışla yansıttı. 1966 yapımı “La Caza-Av” filmi, kendi kendini yavaş yavaş eriten bir topluma eleştiriydi. İspanya’daki iç savaşta bulunmuş burjuva üç subayın çıktıkları avda birbirlerini yok edişlerini gösterdi Saura. “Av”, metaforik anlatımlı ve faşizmin tam göbeğinde çekilmiş bir filmdi. Filmde varılan sonuçsa, cuntanın altında içine çekilmiş ve çürüyen bir toplumun eleştirisiydi. Saura, 1998 yapımı “Tango”da gerçeküstücü anlatımla Arjantin’deki cunta faşizmini eleştirdi. Bu politik film, tangoyu ve dansını, eleştiri için bir araç olarak kullanıyordu.
Gillo Pontecorvo…
Fransa’nın sömürgeciliğine karşı savaşı anlatan 1965 yapımı “La Bataglia d’Algeria-Cezayir Savaşı” filmi, İtalyan yönetmen Gillo Pontecorvo’nun sinemadan silinmesine neden oldu. Hiçbir yapımcıdan ve ülkeden para bulup doğru düzgün film çekemedi Pontecorvo (1919-2006)… Fransa’nın ekonomik ve politik gücü bir yönetmeni sinemadan uzaklaştırdı. Tüm dünyada büyük ilgi gören “Cezayir Savaşı”, mutlaka görülmesi gereken filmlerden. Çünkü, Fransa filmden değil, anlatım biçiminden etkilendiği için yönetmeni yok edişe itti. Bu filmde, Fransa’nın katliamları çok açık ve belgesel gerçekliğiyle perdeye yansıtıldı. Bir filmin kendi gücünün ötesine geçmesine bir örnek “Cezayir Savaşı…”
Michael Haneke…
Avusturya’ya yerleşmiş Bavyeralı usta Michael Haneke’nin (1942) 2000 yapımı “Code Inconnu-Bilinmeyen Kod”u, politik sinemanın önemli filmlerinden. Göçmenler, ırkçılık, gelişmiş kapitalist bir toplum, insanlar, yoksulluk, zenginlik, düş kırıklıkları, iletişimsizlik ve birçok şey derinlikli bir anlatımla yansıyordu perdeye. Haneke bu filminde, her sekansta tek çekim kullandı, kamerayı sağa-sola kaydırdı. Filmin girişi ve final bölümü gerçekten çok çarpıcıydı. Final bölümünde, sağır-dilsiz çocukların çaldığı trampet sesleri insanın kulağından bir süre gitmiyordu. Bu filmin uzun adı da şöyleydi: “Code Inconnu: Récit Incomplet de Divers Voyages-Bilinmeyen Kod: Bitmemiş Türlü Çeşitli Hikâyelere Gidiş Gelişler…” Haneke’nin daha önce Avusturya’da çektiği “kent üçlemesi”, kapitalizmi ve burjuva toplumlarını eleştirdi. Üçlemenin gördüğümüz iki filminden biri olan 1989 yapımı “Der Siebente Kontinent-Yedinci Kıta”da, kapitalist bir toplumda burjuva bir ailenin kendi kendini yok edişi anlatılıyordu. Sistem onlara sadece tüketmelerini öneriyordu ve insanlar, bu sistemde iletişimsiz kalıp birçok şeye yabancılaşıyordu. Üçlemenin diğer filmi 1992 yapımı “Benny’s Video-Benny’nin Videosu”, burjuva ahlâkını, şiddetini ve ikiyüzlülüğünü sorguluyordu. Gelişmiş batı toplumlarını anlayabilmek ve yorumlayabilmek için Haneke’nin modern filmlerine gereksinim var. Benny, video kamerasıyla çektiği şok tabancasıyla öldürülen bir domuzun görüntülerini yeni tanıştığı kız arkadaşına gösterir. Ardından kızı şok tabancasıyla öldürür. Kanlar içindeki kızı video kamerasıyla görüntüler ve kanları sakince temizler. Belki de en korkunç olan, ailenin cesedi yok ediş biçimiydi. Bu filmi psikanalitik açıdan incelemek gerekiyor.
Lars von Trier…
Danimarkalı usta Lars von Trier’in Amerika’yı eleştiren 2000 yapımı “Dancer in the Dark-Karanlıkta Dans” ve 2003 yapımı “Dogville” filmleri, çağdaş sinemanın önemli politik yapıtlarındandı. 1956 Kopenhag doğumlu Trier’in “Karanlıkta Dans”ı, göçmen bir kadının oğluyla beraber bir tutunma hikâyesiydi. Yabancı bir ülke, yabancı bir kültür, yabancı insanlar. Bu Amerikalılar, hiç de Çeklere benzemiyorlardı. Genç kadının gözleri yavaş yavaş kör oluyordu. Bu filmdeki en güçlü politik taraf, Amerikan adalet sistemine yöneltilen eleştiriydi. Trier, Amerika’nın faşist yasalarla yönetildiğini kanıtlıyordu bu filminde. Diğer filmi “Dogville”, dünyanın rahat edebilmesi için Amerika gibi bir devletin varlığını sürdürmemesi gerektiğini öneriyordu. Gerçeküstücü estetikle beslenen bu film, metoforlarla doluydu baştan aşağıya. Kasaba “Amerika”yı, genç yabancı kadın “dünyalı”yı, kasabanın köpeği de “İsrail”i simgeliyordu bu filmde. Amerika’yı ve Amerikalıları anlayabilmek için bu iki filmin sosyopsikolojisinin içine girebilmek gerekiyor. Amerika’nın yayılmacılığı, kendini sürekli merkezde görmesi, WASP kültürü, kendinden başka her şeyi kötü ve öcü mahlûklar olarak görmesi gibi, Amerika’nın tuhaf sosyopsikolojisini yargılayıcı bir sinematografiyle yansıtıyordu bu iki film. Yönetmen, “Dogville”in devamı 2005 yapımı “Manderlay” filminde de, “Amerika’ya komünizm gelseydi” sorusuna cevap arıyordu. Belki de, komünizm Sovyetler’e değil de ABD’ye gelmeliydi. İnsanlık belki de on yıllarca “Soğuk Savaş” kûbuslarını ve trajedilerini yaşamazdı. “Dogville” ve “Manderlay”, çağdaş sinemanın uç noktadaki solcu filmlerinden ikisiydi.
İngilizler…
Filmlerini işçi sınıfına adamış büyük ustalardan Ken Loach’un (1936), 1990 yapımı “Hidden Agenda-Gizli Ajanda” filmi, İngiltere siyasetlerinin maskesini yere düşüren önemli bir filmdi. Loach IRA’ya bakan bu filminde, İngiltere’de hükümetin Kuzey İrlanda’ya karşı yürüttüğü kirli savaşının nasıl olduğunu belgeliyordu. Loach’un İspanya’nın iç savaşını, duyarlı ve gerçekçi bir dille anlattığı 1995 yapımı “Land of Freedom-Ülke ve Özgürlük”, faşizme karşı savaşı güçlü bir politik duyarlılıkla yansıttı. George Orwell’ın fütüristik romanından uyarlanan Michael Radford’un “1984″ filmi, faşizmin veya tüm diktörlüklerin betimlemesini yapıyordu. Giderek “büyük birader”in şu yaşadığımız anlarda görev başında olduğunu da hissettiriyordu film.
Michelangelo Antonioni…
Michelangelo Antonioni (1912-2007), 1961 yapımı “La Notte-Gece” filminin başında, bir buçuk dakikalık sekiz plân-çekimle kapitalist toplumun ruhunu çözümliyordu. Önce Pirelli binası görülüyordu. İşçiler bu binanın camını siliyorlardı. Aşağıda, caddede trafik de akıyordu. Pirelli binası, kapitalizmin katedraliydi. Ardından kamera, hastane odasına geçiyordu. Odada kanserli hasta vardı. Odanın camından kilisenin yansıması da görülüyordu. Antonioni, bu çarpıcı politik mesajıyla şunu anlatmak istiyordu aşağı yukarı: Pirelli binasından hastaneye geçen görüntü, kapitalizmin hastalığını vurguluyordu. Camdan yansıyan kilisenin gerçekte kutsal olmadığını, kapitalizm sisteminde aslolan mabedin Pirelli binası olduğu vurgulanıyordu. Bu filmden sonra Antonioni’nin kapitalizmin ruhunu yansıttığı 1963 yapımı “L’Eclisse-Batan Güneş” geldi. Sol bakışın önemli politik filmlerinden biriydi bu. Kapitalizmde değerin insan değil, borsa trendlerinin olduğu vurguluyordu filmde. Piyasa denen şeyin ruhunun içine giriyordu Antonioni usta kamerasıyla.
Jean-Luc Godard…
Sinemanın en büyük ustalarından Jean-Luc Godard’ın (1930) birçok politik filmi var. Belki de çektiği bütün filmler politikti onun. Godard, 1960 yılında çektiği ilk filmi “A Bout de Souffle-Serseri Aşıklar”, Sartre varoluşçuluğuyla kapitalist sistemin burjuva estetik değerlerini ve bu sistemin sunduğu bütün uzlaşmaları reddediyordu Michel karakterinin özelinde. Fransız “Yeni Dalga” akımının bu büyük ustası, kamerayı koyduğu her açıda ve her “kesme”de, burjuva estetiğini ve yorumunu yerle bir etti. Burjuva ahlâkının estetiğinden beslenen filmlerde, konu akışında ve çekimlerde kurgusal bir devamlılık vardır. Kamera da yanal bir biçimde kayar genelde. Godard, yabancılaştırma efekti gibi çekimlerinde bir devamlılık yerine bir plânı bir bütün olarak çekip, montaj masasında o bütün çekimi parçalayıp, içinden kareler atarak “sıçramalı kurgu”yu denemişti. Uzlaşma, ne sistemleydi, ne de o sistemin içinde yanılsamalarla yaşayan seyirciyle. Godard, raylar üzerinde yan yan kayan kamerayı ahlâki bulmadı hiç. Bu, burjuva estetiğinin yanılsamasıydı. O, kamerayı öne ve geriye kaydırarak yanılsamacı ve uzlaşmacı estetiğin ahlâkını yıktı. Doğrudan doğruya gerçeklikteki gibi anlara ulaştı. Seyirciler, alışık olmadıkları bu estetikle yabancılaştılar veya kendilerinin birebir gerçeklikte yaşadıkları anlara yabancılaştılar. Godard, seyircisini filmleriyle dönüştürüp, görünen gerçekliğin ardındaki gerçekliğe ulaştırmaya çabaladı hep. Godard’ın filmleri, politik duruşlarıyla gerçekte kapitalist toplumda bireyin yanılsamalarını anlattı. Ardından gelen “Le Petit Soldat-Küçük Asker” filminde Cezayir Savaşı’nı eleştirdi. Bu film, Fransa’da yasaklandı. Godard, 1960′ların sonu, 1970′lerin ortalarına kadar seri biçimde politik filmler çekti. Yönetmen, 68 gençlik hareketlerine de katıldı ve gençlere destek verdi zamanında.
Pier Paolo Pasolini…
İtalyan proleterlerinin yönetmeni Pier Paolo Pasolini, 1922′de doğdu. 1975 yılında bir genç tarafından bıçaklanarak öldürülen Pasolini, bir eşcinseldi. Yönetmen, sol bakışlı filmleriyle kapitalist sistemi ve burjuva değerlerini hep eleştirdi. Onun bütün filmleri politikti. Pasolini, İtalyan Komünist Partisi’nden ihraç edildi. Bir erkek çocuğunu ayarttı diye komünistlerce suçlandı. Önce romanlar yayımlayan sanatçı, senaryolar da yazdı. 1961 yılında ilk filmi “Accattone-Dilenci”yi çekti. Bu filmde proleterleri anlattı. Roma’nın kenar mahallelerindeki sefaleti yansıtan Pasolini, namuslu bir iş yapmaya çabalayan, ama başaramayan, hırsızlık yaparken kaza sonucu ölen bir pezevengi anlattı bu filminde. Bir kadını ilk defa seven ve aşık olan adam, hayatındaki tüm pislikleri geride bırakıp yeni hayatı düşlüyordu hep. Ama, sistem kötüdüydü. Pasolini’nin bu filmi yer yer belgesel tadındaydı. Yönetmen, filmleriyle dini, toplumsal ahlâkı, adalet sistemini, kapitalizmi ve burjuvaziyi eleştirdi sonuna kadar. Öncelikle, kapitalizm ve burjuvalar lâğım çukurlarıydı onun için.
Istvan Szabo…
Budapeşte’de 1938′de doğan Macar usta Istvan Szabo, 1964 yılından itibaren film çekmeye başladı. “Almodozasok Kora-Düş Zamanı” filminde, okuldan mezun olan dört mühendisin hayatını anlattı. Onların hiçbir zaman gerçekleştiremeyeceği özgürlük düşlerini anlatırken, filmin aralarına 1956 yılında Kızıl Ordu’nun bastırdığı Macar Devrimi’nden haber görüntülerini de kurguladı. Szabo, sosyalizm içinde hep eleştirel filmler yaptı. Kahramanları hep geleceklerini düşündüler Szabo’nun 1960′lardaki filmlerinde. Szabo, 1966 yılında sosyalist sistemi eleştiren “Apa-Baba” filmini çekti. Babası, kendisi çok genç yaştayken ölen adam, ölen babasıyla sosyalist sistem arasında koşutluk kuruyordu. Oğul, tüm yüceltmelerden, Stalinci bakış açısından kurtulup arınır kendince. Szabo’nun 1970 yılında çektiği “Szerelmes Film-Aşk Filmi”nde, Macar halkının 1956 yılındaki devrim girişimiyle ihtirasların gerçekleşmesini engelleyen kader bir metafor oluştuyordu. Szabo’nun 1979 yapımı “Bizalom-Güven” filmi, bireyin faşizm dönemindeki durumunu anlatıyordu. İnsanlar sürekli bir şeyler için kendini kanıtlamak zorunda hissediyorladı. Rüşvet, iktidara yakın olma ve bireyin bozulması anlatılılıyordu bu filmde.
Andrzej Wajda…
Polonya’nın Suwalki bölgesinde 1926 yılında doğan Andrzej Wajda, sosyalist iktidarın belirlediği konular ve tiplerin dışında filmler çekti hep. Onun adını sinema dünyasında duyuran film “Pipiol i Diament-Küller ve Elmaslar” oldu. 1958 yapımı film, Polonya’nın savaştan, 1945 yılından sonraki yeni dönemini anlatıyordu. Yeni Polonya’ya ve sosyalizme karamsar bakışın filmiydi bu. Savaşın yerini ideolojik savaş almıştır artık. Kardeş kardeşten şüpheye düşer. Wajda bu filminde, savaşın içinden gelen kuşağın ruhlarındaki derin izlerin peşine düştü. Bunlarla beraber, savaş sonrası kuşak da yansıdı bu filmde. Gençler, bu karamsarlıkların ve çaresizliklerin içinde yanılsamalarını yaşıyorlardı. Wajda’nın 1976′da çektiği “Czlowiek z Marmuru-Mermer Adam” filmi, kısa bir süre de olsa sansürce yasaklandı. Wajda bu filminde Stalizmi eleştirdi. 1950′li yıllarda işçi sınıfından bir adam aracılığıyla sosyalizmi yargıladı yönetmen. 1981′de çektiği bir diğer politik film “Czlowiek z Zelaza-Demir Adam”da, sendika lideri Lech Walesa ve sosyalizme karşı bir örgüte dönüşen “Solidarnosc” (Dayanışma) sendikasını anlattı. Hep muhalif bir yönetmendi Wajda usta.
Bernardo Bertolucci…
İtalyan yönetmen Bernardo Bertolucci, sinema yaşamanın başlarında İtalyan faşizmini anlattı ve beyazperdede mahkûm etti. Bertolucci, 1941 yılında Parma’da doğdu. Babası Atillo Bertolucci, şair ve eleştirmendi. Büyük yönetmen Pier Paolo Pasolini’nin asistanlığını yapan Bertolucci, 1960′ların sonundan itibaren güçlü politik filmler yarattı. Baba takıntılı yönetmen, 1970 yılında İtalyan faşizmini araştıran etkili bir film yaptı. “La Strategia del Ragno-Örümceğin Stratejisi” filminde, babasının faşist bir işbirlikçi olduğunu keşfeden bir oğulun peşine takıldı. Bu filmin kurgusu, yönetmenin sinema estetiğinin doruğu olduğu söyleniyor. Bertolucci filmlerini izlerken, sahneleri tek tek değerlendirip sonradan bir bütün oluşturmak gerekiyor. Derinlikteki gerçeklik zihinde oluşturulabiliyor o zaman. Yine 1970′te çektiği “Il Conformista-Konformist” filminde, faşizm ve burjuva ilişkisini derinliğine inceledi. Bertolucci ve sinemasına göre faşizm, burjuvazinin ruh hastalığıdır. Alberto Moravia’dan uyarladığı “Konformist” filminde, başkarakter işlediği tüm suçların, sistemle ve faşizmle uzlaşarak çözüleceğine inanır. Bertolucci, “Konformist” filminde bazı sahnelerde kamerayı sağa ve sola yatırmıştı. Bu estetik ilk defa Carol Reed ustanın 1949 yapımı kara filmi “The Third Man-Üçüncü Adam” filminde denenmişti. Bertolucci’nin 1974-76 yılları arasında çektiği ve beş buçuk saat süren “Novecento-1900″ filmi, İtalya’nın yarım yüzyıllık hikâyesini anlatıyordu. Yönetmen, kendi deyişiyle “kızıl bayrağı” Amerika’ya taşıdı bu filmle. Çünkü bu filmin bütçesinin büyük bir bölümünü Amerika’dan karşılanmış yönetmen. Film, biri çiftlik sahibinin, diğeri bir yoksul çiftçinin oğlu, iki farklı sınıftan arkadaşın hikâyesini anlatılıyordu. Bununla beraber yoksulluk, açlık, faşizm, savaşlar vb. yansıyordu filmde. Rusya’da da Ekim Devrimi olur hikâyenin derinliğinde. Bu epik-dönemsel film, politik duruşuyla sinema tarihinin özel ve unutulmaz filmleri arasında yerini aldı.
Costa-Gavras…
Yunan kökenli Fransız yönetmen Costa Gavras’ın (1933) üç önemli politik filmi var. İlki 1969 yapımı “Z-Ölümsüz” filmiydi. Fransız-Cezayir ortak yapımı bu film, Vasilis Vasilikos’un romanından uyarlanmıştı. Bir sosyalist ve barış savunucusu milletvekili Gregorios Lambrakis’in savaş füzelerinin Yunanistan’a yerleştirilmesine karşı yaptığı konuşmadan sonra 1963 yılında öldürülmesi anlatılıyordu filmde. Öncelikle bu film, ana akım gazetelerinde övgüyle karşılanmış zamanında. Yunanistan’daki “albaylar cuntası”nın gelişini haberleyen olaylar, Gavras’ın romandaki bazı akımları aşıp sol düşünceye yaklaştığını gösterdi. İlerici ve cesur mesajlar verdi bu film. Senaryoyu Jorge Semprún yazmış, müzikleriyse Mikis Theodarakis bestelemişti. Bu filmin ardından Gavras, “L’Aveu-İtiraf”ı çekti. 1970 yapımı bu filmin de senaryosu Jorge Semprún’a ait. Film, Lise ve Arthur London’ın ortak yazdıkları otobiyografilerinden uyarlanmıştı. 1951, Prag… Dışişleri’nde bakan yardımcısı Arthur London izlendiğinin farkına varıyor. Budapeşte’deki Rajle ve Sofya’daki Kostov duruşmalarının ardından tutuklamalar hızlanıyor. London, kaçırılıyor ve sorguya çekiliyor. Önce her şeyi inkâr ediyor, kendini savunuyor, umudunu kaybediyor, sonra da itirafa zorlanıyor. Bu film, Çekoslovakya’da Stalizmin hüküm sürdüğü bir dönemi anlatıyor. “İtiraf”, bazı görüşlere göre anti-komünist değildir; ama, anti-Sovyet bir filmdir. Fransız sinema eleştirmeni Guy Hennebelle (1941-2003), Gavras’ın filmlerinin diyalektiği tüm boyutlarıyla vermediği için eleştiriyordu. Özellikle “Ölümsüz” filminde sınıfsal çözümleme yapılmamış diyordu eleştirmen. Ona göre bu durum, tüm Gavras filmlerinin ortak sorunuydu. Gavras, sadece siyasal olayları anlatıyor, soru sormuyor, geride neler oluyor onun sinemasını hiç ilgilendirmiyordu. Politik üçlemenin son filmi 1972 yapımı “L’Etat de Siege-Sıkıyönetim”dir. Son halkanın senaristi, “Cezayir Savaşı”nın senaryo yazarı Franco Solinas’tı. Film, Uruguay’ın bağımsızlığı için silahlı mücadele veren “Tupamaro” gerillalarının Amerikalı bir ajanı kaçırışını anlatıyordu. 1958 yılında Uruguay’da yapılan seçimler, ülkenin ekonomik bunalıma girmesi, ABD’nin etkisini iyiden iyiye hissettirmesi ve ardından toplumsal muhalefetin yükselmesi. Gerillalar, Amerikalı ajanı kaçırıp, onu tüm silâhlarıyla, işkence aletleriyle, manipüle edici konuşmasıyla ve faşist yapısıyla maskesini indirir. Bu film, ajan Philip Michael Santre üzerine değil, ABD emperyalizmi üzerinedir diyor yazar Christian Zimmer.
Taviani kardeşler…
Toskanya’ya bağlı San Miniato’da iki kardeşten Vittorio 1929′da, Paolo 1931′de doğdu. Taviani kardeşler, filmleri ortak yönetiyorlar. İlk filmlerini 1962′de çektiler. Politik yönleri olan, belgesel duygusu veren, yeni gerçekçi sinemaya yaklaşan “Un Uomo da Bruciare-Yakılacak Adam”da, Sicilya’ya yıllar sonra dönen bir adamı anlattılar. Adam, siyasetle uğraştığı için başı Sicilya mafyasıyla derde girer ve trajik bir son onu bekler. Solcu kardeşler, 1960′ların sonunda devrimci filmler çektiler. Bu yaşamlarına da yansıyordu. Kardeş yönetmenlerin her şeyleri ortaktı. Filmlerinde genelde sosyalist bakış açısını yansıtan kardeşler, hiçbir şeye, seyirciye bile taviz vermediler. 1967 yapımı “I Sovversivi-Fesatçılar” filminde, 1964 yılında ölen İtalyan Komünist Partisi’nin genel sekreteri Palmiro Togliatti’nin hayatından yansımaları, hayali dört insan aracılığıyla yansıttılar. Dört kişi, Togliatti öldükten sonra kendilerine yeni bir yol çizerler. 1977 yapımı “Padre Padrone-Babam ve Ustam”ı çekti kardeşler. Giovanni Ledda’nın özyaşamsal romanından uyarladıkları filmde, Sardunyalı bir çoban çocuğunun babasının despotluğundan kurtulup hiç bilmediği İtalyancayı öğrenip üniversiteyi bitirerek bir dilbilimci olduğunu anlattılar. Hem Sicilyacanın hem İtalyancanın konuşulduğu filmde, belgesel duygusu öne çıktı. İnsanlarla yaşadıkları mekânlar birbirini bütünlüyordu filmde.
Amerika’da politika…
Amerikalı Andy Warhol gibi deneysel film çalışmaları yapan sanatçıların yapıtları geniş kitlelere pek ulaşamadı. Saatlerce, sadece bir binanın görüntüsünü çeken bir film elbette seyircinin ilgisini göremezdi. Çünkü, postmodern sanatçı Warhol’un filmlerinin ideolojisi, insanların hemen anlayayacağı ve yorumlayacağı biçimde açık değildi. Deneysel-öncü sinemanın gerilemesiyle, “yeni sol” filmler Amerika’da çekilmeye başlandı. Sosyal içerikli filmler ortaya çıktı. “Militan sinema” diye ad verdiler bu akıma. Ardından kadın mücadelesini destekleyen filmlere uzandı bu sinema akımı Amerika’da. Bununla birlikte “newsreel” denilen solcu bir belgesel birliği de kuruldu 1967 yılında. Vietnam’dan gelen savaş görüntüleri, askerliği reddedenlerin anlattıkları, 1968′de New York Üniversitesi’nde öğrencilerin okulu işgal edişleri “Columbia Revolt” (Columbia İsyanı) belgeseliyle yansıtıldı. 1972 yılında “Küba Filmleri Festivali” de düzenlediler. Ama devlet tüm filmlere el koydu. Belgeseller ardı ardına geldi. Metro ulaşım sisteminin politik ve ekonomik çözümlemeleriyle ilgili “The Wreck of the New York Subway” (New York Metrosunun Enkazı) belgeseli, Amerikalı kadınların bilincini etkileyen bir röportaj belgeseli “The Women’s Film” (Kadınların Filmi), Attica hapishanesindeki isyanla ilgili “Revolution Until Victory” (Zafere Kadar Devrim) belgeseli de bunlara eklenebilir. Amerika’daki “newsreel” grupların birçoğu kendilerini Marksist-Leninist olarak tanıtıyorlardı. Devrimci Zenci İşçiler Birliği, “newsreel” tarzında 1969 yılında bir belgesel çekti. Detroit bölgesindeki fabrikalarda çalışan siyah işçileri örgütlemek için. Amerikan politik filmlerinin en önemlilerinden biri “Winter Soldier-Kış Askeri”dir. Gaziler tarafından Vietnam’da işlenmiş suçlarla ilgili tanıkların anlattıkları vardır bu belgeselde. Bu belgeselin bir diğer önemi Cannes Film Festivali’nde gösterilmesidir. Bir diğer film de, “Ice-Buz”dur. Eleştirmenler filmi beğenmemişler. Çünkü bu film, Amerika’daki devrim için silahlı bir yaklaşımı öneriyor. Hollywood’da, “yeni sol” akıma tepki olarak, başını ünlü yönetmen Francis Ford Coppola’nın çektiği “yeni sağ” akım yönetmenleri ortaya çıktı 1970′li yıllarda. Bu “yeni sağ” akımın içerisinde Paul Schrader ve Martin Scorsese gibi önemli yönetmenler de vardı.

http://www.sadibey.com/2009/10/30/politik-sinemanin-icinden/

15 Temmuz 2011 Cuma

YENİ DALGA



Fransız Sinemasında Yeni Dalga
“Bak oğlum, madem bu kadar çok şey biliyorsun, neden kendin oturup bir film çekmiyorsun?”[1] Kayınpederi Morgenstern’in bir tür meydan okuması, ünlü yönetmen François Truffaut’yu film yapmaya yöneltmeseydi, sanırım Yeni Dalga’nın diğer yönetmenleri film yapmaya girişmeyecekler ve biz de dönemini sarsan filmlerden yoksun kalacaktık. Bir zamanlar sert bir eleştirmen olarak tanınan Truffaut, 1959 Cannes Film Şenliği’ni “ağır ve saygısızca” yazılar yazdığı gerekçesiyle izleme hakkından yoksun bırakılmıştı.

Böyle kişiler ve onların kişisel çabalarıyla başlayan, bazılarına göre bir saman alevi gibi parlayıp sönen, bazılarına göre de sinemayı büyük ölçüde etkileyen bu yeni sinema hareketi, günümüzde bile, hâlâ tartışılan üzerinde tek bir görüş birliğine varılamayan bir olgudur.

II. Dünya Savaşı Sonrası

II. Dünya Savaşı’ndan sonra dünya sineması bir arayış içine girmişti. Savaştan, yenen devletler de, yenilen devletler de zararlı çıkmışlardı. Ekonomiler sarsılmış, yaşam koşulları dayanılmaz hale gelmişti. Bu durum ülkelerin sinemalarını da etkilemekte gecikmedi. Sinemacılar toplumsal sorunlara daha gerçekçi bir biçimde yaklaştılar. Savaştan yenik çıkan İtalya’da “Fransız Doğacılığı”, “Sovyet Toplumcu Sineması”, “İngiliz Belge-Film Okulu” ve İtalyan edebiyatındaki “verismo” (gerçekçilik) akımının uygulanmasıyla ortaya “Yeni Gerçekçilik” sinema akımı çıktı. İngiltere’de yine toplumsal konuları işleyen bir sinemacılar kuşağı “Özgür Sinema” diye bir sinema akımı ortaya koydular. Bu ortam içerisinde Fransa’da da “Yeni Dalga” hareketi ortaya çıktı.

Yeni Dalga’nın Kaynakları

Bu hareketin ilk ürünlerine gelinceye değin, toplumsal ve sanatsal ortam çeşitli etkiler altında yoğrulmuş ve o durumu almıştır. Bu etkiler, IDHEC, Cahier du Cinéma, Fransız Sinematek’i, Yardım Yasası ve o günlerin siyasal oluşumları olduğunu görürüz.

IDHEC ( Institut de Hautes Etudes Cinématographiques), bugün bile önemini koruyan ve dünyadaki önemli sinema okullarından birisidir. 1943 yılında Marcel L’Herbier tarafından kurulmasından sonra bir çok genci sinemaya kazandırmıştır. Burada verilen eğitim, yönetmenleri ne yaptığını bilerek film yapmaya yöneltti. Bu okuldan yetişen genç sinemacılar, “alaylı” diyebileceğimiz yönetmenlere oranla yeniliklere daha açık ve bunları uygulamakta daha cesurdular. Yeni Dalga bu yönetmenlere çok şey borçludur.

Gelelim Cahier du Cinéma dergisine. Bu dergi Yeni Dalga’nın doğmasına neden olan kuramsal ve eylemsel çalışmaları başlattı. André Bazin’in öncülüğünde, bir çok yetenekli genç kendi görüş ve düşüncelerini sergileme fırsatı yakaladılar ve bizzat kendileri film yaparak bu savlarını hayata geçirmeye çalıştılar. Bazıları başardı bazıları da eleştirdikleri noktaları kendileri de yinelemek zorunda kaldılar. Şunu da belirtmekte yarar olduğu kanısındayım: Bu yönetmenlerin “Cahier du Cinéma” dergisinde yazmaktan başka ortak noktaları oldukça azdı. Hepsi sinemayı seviyordu ama uygulayım biçimleri başka başkaydı. Bazıları bir akademizme bağlı kalıyor, bazıları insanların ruhsal durumlarını irdeliyor, bazıları entelektüalizmi benimsiyordu. Bazıları ise siyasal görüşlerini filmlerine yansıtıyordu.

Ancak, bu yönetmenlerin hepsi de genç, ateşli, bir şeyler yapmak isteyen, bunun için de dar aile çevresi içinde, tanınmamış oyuncular, kendi yazdıkları senaryolar ve elde taşınan alıcı aygıtlarla küçük bütçeli ama büyük savlı filmler gerçekleştiren genç sinemacılardı. Onların bu özelliği özgür ve istedikleri biçimde filmler yapmalarına olanak sağlıyordu. Tecimsel sinemadan ne kadar uzak kalırlarsa o ölçüde ödünsüz sinema yapma olanağı buluyorlardı. Yeni dalga yönetmenlerinin çoğu eleştirmenlik ve kuramcılıktan gelmişlerse de tecimseyl sinema alanından gelenler de yok değildir. Bunlar asistanlıktan, düzeltmenlikten ve sinemanın çeşitli alanlarından sıyrılarak yönetmenliğe başlamışlardı.

1936′da Henri Langlois tarafından kurulan Fransız Sinematek’i, Yeni Dalga yönetmenlerinin yetişmesinde ayrı bir etmendir. Çünkü bu titiz sinema tutkunu Henri Langlois’nın sayesinde kaybolmaktan kurtulan bir çok film, Sinematek’te seyircilere gösterilmiş ve bu filmlerin baş izleyicileri de Yeni Dalga’nın bu genç sinema adamları olmuştu. Burada gösterilen tüm filmleri izlemeleri, onlara yeni dünyalar sunmuş ve görüş alanlarını derinleştirmelerine neden olmuştur. Eski filmlerin yanı sıra yeni filmler de burada gösterilmiş ve özellikle Amerikan sineması onları büyülemişti. Amerikan gangster filmleri ve Hitchcock sineması bu yönetmenleri derinden etkilemişti. Öyleki, 1955′te Jean-Pierre Melville, Bob, Le Flambeur (Kumarbaz Bob) adlı filminde Amerikanvari bir gangster filmi gerçekleştirmiştir. Bu film, Yeni Dalga’nın habercilerindendir. Melville daha sonra da bu tür örnekler vermeyi sürdürecektir. Yalnızca Melville değil, Jean-Luc Godard’da da bu etki vardır. Onun Serseri Aşıklar (A Bout De Souşe) filmi bu türdendir. Diğer yönetmenler de bu türden filmler yapmışlardır.

Alfred Hitchcock ise özellikle François Truffaut’yu ve Claude Chabrol’u etkilemiştir.

Yeni Dalga hareketinin ortaya çıkışını hazırlayan olgulardan birisi de 1952 yılında, Kültür Bakanı ünlü yazar André Malraux’nun sayesinde kabul edilen “Yardım Yasası”dır. Her yıl en iyi kısa filme verilen ödülün çekiciliği genç yönetmenlerin bu alana yönelmelerine neden olluyordu. Stüdyolarda film yapma olanağı bulamayan genç yönetmenler, devletin sinemaya bakışını değiştirmesi sayesinde her türden kısa film ve belgesel ürettiler. Devletin desteği Fransız sinemasına yeni yönetmenler kazandırdı.

Yeni Dalga sinemacıları, savaş sonrası kısa film geleneğinden yararlanmışlar ve kendileri de kısa filmler gerçekleştirmişlerdir. Böylece uzun metrajlı film yapmak için gerekli deneyim, bilgi ve beceriyi sağlamak istemiş olmaları olasıdır. Kısa film ustası George Franju, Alain Resnais, Chris Marker ve etnolog Jean Rouch gibi yönetmenleri görüyoruz. Kısa filmlerle deneyim kazanan bu yönetmenlerin bazıları, daha sonra Yeni Dalga hareketinin ilk örneklerini verecekler. Bu yönetmenler, sinemanın bir anlatım yolu olabileceğini gösterdiler.

Yeni Dalga Ne Getirdi?

Yeni Dalga, yeni şeyler getiriyordu. Cahier du Cinéma dergisinin savunduğu “Mise-en-Scène” (Sahneye Koyma) ve “Politique des Auteurs” (Yazarların Politikası) filmlere uygulanmaya çalışılıyordu. Alexandre Astruc, sinemanın bir dil olduğunun farkına varmış ve Alıcı-Kalem (Le Caméra-Stylo) adlı kuramını geliştirmişti. Böylece Astruc, sinemayı bir azınlığın ve bu azınlığın çoğunluğa kabul ettirdiği belli kalıpların, klişeleşmiş anlatımların tekelinden çıkarıp bir “kalem özgürlüğüne”, “düşüncenin her kesimini ortaya koyabilen çağdaş bir dile” dönüştüğünü savunuyordu. Yönetmen, alıcı aygıtı tıpkı bir yazarın kalemi gibi kullanacaktı. Sinema, yazılı anlatımdan daha yumuşak ve ustaca anlatım yoluydu. Böylece yönetmen, yazar statüsüne giriyordu. Astruc’ün yeni dalga sinemacılarına getirdiği bir yenilikti bu. Bu tutum, dünya sinemacıları tarafından da benimsendi ve bir “Yaratıcılar Sineması” doğdu.

Bununla birlikte bu kuram bugün aşılmıştır. Ancak, artık tek bir sinemadan değil, sinemalardan söz edilmesi gerektiği görüşü geçerliliğini korumaktadır. Sinema bir dildir ve düşüncenin her alanını açıklamakta yeterlidir. Yeter ki iyi kullanılabilsin.

Yeni Dalga’cıların etkilendiği kuramlardan biri olan Mise-en-Scène (Sahneye Koyma) ise bu dönem sinemacılarının sık başvurdukları bir yöntem oldu. Çünkü içe dönüklüğün ve çevrenin yaratımında en iyi yoldur. Genç sinemacılar, bu kuram sayesinde eski alışkanlıklara boş verdiler ve alıcı aygıt yerleşimine, devinimlerine ve oyuncuların yönlerine, devinimin sabitleştirilmesine bağlı olarak filmlerini gerçekleştirdiler.

Yeni Dalga hareketinin kuramcıları, bir başka kuram daha geliştirmişlerdi: “Yazarların Politikası” (Politique des Auteurs). Bunu, özellikle 1955′te bir yazısında François Truffaut belirtmiştir. Bunu, kısaca, kompozisyon uğruna kurgu estetiklerini reddetme olarak ifade edebiliriz. Truffaut, bazı Fransız yönetmenlere söze dayalı film yaptıkları için karşı çıkar.

Amerikalı yazar Andrew Sarris, Cahiers yazarlarının yaklaşımını benimser fakat “Yazarların Politikası’nı” “Yaratıcılar Kuramı” olarak değiştirir. Nedeni de filmin tümüyle kişisel sanat anlayışına dayalı olmasıdır. Ona göre büyük filmler, yönetmenlerinin imzasıyla tanınır. Sarris, burada, yönetmeni filmin tek sahibi yapmaktadır. Gerçekten de öyledir. Görüntü yönetmeninin, oyuncunun da filme katkıları vardır ama yine de o film o yönetmenindir.

Bu çeşitlilik, sinemanın gelişmesine olumlu katkılar sağlıyordu. Yeni Dalga sinemacıları öyküyü ilk plânda düşünmüyorlardı. Olaylar kronolojik bir sıra izlemek zorunda değildi onlara göre. Nasıl ki günlük yaşam mantıklı bir sıra izlemiyor ve beklenmedik olaylarla doluysa filmler de aynı yapıda olmalıydı. Yeni Dalga filmlerinde insanların iç dünyasını irdelemeye genel bir eğilim vardır. Öz yaşamsal filmler oldukça fazladır. Olayların kurgusu mantıklı bir sıra izlememektedir. Geleneksel ve alışılmış kurgudan uzaklaşmış ve yeni biçimler denemişlerdir. Elips düzeltme yöntemine sıkça başvuruyorlardı: Seyircinin bilincinde görüntüler yaratmak için olduğu kadar oyuncu ve kameraman hatalarını da örtmekte sıçrayarak kesme yöntemini geniş biçimde kullanmışlardır. Kesik kesik, beklenmedik, çarpıcı çekimleri seviyorlardı. İzleyicide bir film izlediği kanısını uyandıracak bozucu düzeltmeler ve alıcı aygıt kullanma biçimi deniyorlardı. Yeni Dalga filmleri, bize, sürekli olarak, seyrettiğimizin bir film olduğunu vurgularken filmin benzediği gerçekleri anımsatmadan, onun yarattığı yapay doğaya ve filmciliğe dikkat çekerekanımsatır. Denenen bu yöntemler kişiliklerden ve canlandırılacak rollerden daha önem kazanır.

İçerik olarak da belgeselden kaynaklanmaktadır. Öyküler yerine gerçek olayların kaydı ve gösterimi benimsenmiştir. Godard ise sinemayı toplumsal ve ideolojik alanda kullanmak için bu yönteme başvurarak öykü içerikli sinemadan uzaklaştı.

Yeni Dalga biçemde de kendine özgü kurallar ve yöntemler benimsetmiştir. Stüdyo sisteminin yapay dünyasından çıkarak sokaklarda filmler gerçekleştirildi. Elde taşınan alıcı ile kaydedilen görüntüler, stüdyo içerisinde kaydedilen görüntülerden daha akıcı ve izleyiciyi daha büyüleyici oluyordu. Yeni Dalga’cılar, kurguyu bir gösteri ya da yorum aracı olarakdeğil anlatının yükünü azaltmak için kullanıyorlardı. Özellikle anlatıma dayalı daha hızlı bir kurgu gerçekleştirdiler. Filmin plân sayısını artırarak tempoyu yükselttiler ve böylece film hilelerini de maskelediler.Uyguladıkları teknikler ise zoom, görüntü üstünde durma, kaydırmalar ve uzatılmış çevrinmeler, alıcı aygıtın titremesi gibi tekniklerdir.

Sinemacıların genellikle kendi yaş gruplarının sorunlarını ele almaları, bu sorunları daha çarpıcı bir biçimde sergilemelerine olumlu bir katkı sağladı. Gençlik ve cinsellik var olan bir çok tabuyu yıktılar. Onlara kadar geçen dönem içerisinde, kendilerinden öncekilerin işlemeye yanaşmadığı konulara el atarak bunları gözler önüne serdiler.

Yeni Dalga yönetmenlerinin çok ayrı unsurlardan oluşmuş olması, olumlu bir biçimde, birbirine benzer konulara sahip filmlerin ortaya çıkmasına engel olmuştur. Çoğunun küçük burjuva kökenli olması toplumsal konulara el atmalarını engelleyen nedenlerden birisidir. Bu yönetmenlerin büyük çoğunluğunun kariyerleri sağlamlaştıkça, geençliğin anarşik dürtülerine gösterdikleri yakın ilgi de azalma göstermiş ve filmlerinde tecimsel kaygılar ağır basmıştır. Ama yine de, Yeni Dalga hareketi içinde varlıklarını sürdüren yönetmenler vardır. Yeni Dalga hareketinden kopan yönetmenlerin son filmlerinde yine de bu hareket içindeyken kullandıkları yöntemlere rastlamak olasıdır.

Senaryoların, filmi yapan kişiye ait olması anlatılmak istenen şeyin daha iyi anlatılması için fırsat yaratmaktadır. Üstelik senaryoların ayakları yere basmaktaydı. Yani güncel olaylardan alınmaktaydı. Yaşayan gerçeği yakalamaya çalışıyorlardı. Özellikle Chabrol, Truffaut böyle çalışmıştır. Godard ise militan sinemanın temsilciliğini sürdürmüştür. Kendi filmlerine yazdıkları dışında, diğer yönetmenler için de senaryolar yazmışlardır. Senaryoların çoğunun yazınsal bir değeri de vardır. Alain-Robbe Grillet, Marguerite Duras gibi romancılardan yararlanmışlar ve bu romancılar da daha sonra sinema yapmaya başlamışlardı. Böylece “Yeni Roman” akımının öncüleri “Yeni Dalga”da buluşuyorlardı.

Fotografide ise daha çok gri bir resim aradılar ve az çok bir belgesel biçim geliştirdiler. Böylelikle sinema daha çok günlük olayların kaydını tutan bir televizyon izlencesine benzedi.

[1] Nokta, “Sinema Dolu Bir Yaşam”, Sayı 36, 1984.

Doç. Dr. Battal ODABAŞ
http://www.7sanat.com/inceleme/fransiz-sinemasinda-yeni-dalga/

ZEKİ DEMİRKUBUZ


“C Blok” (1994), “Masumiyet” (1997), “Üçüncü Sayfa” (1999), “İtiraf” (2001), “Yazgı” (2001), “Bekleme Odası” (2003) ve “Kader” (2006) filmlerine imza atan Zeki Demirkubuz, klışeleşmiş deyimle ticari sinemanın dışında, bağımsız, kişisel bir sinemanın peşindedir. Filmlerinin genelde seyirciyi rahatsız eden onu kendisine yönelten bir yapısı vardır. Seyirciyi avutmayı, uyutmayı değil, sarsmayı, rahatsız etmeyi hedefler. Onu eğlendirmekten, hoşça vakit geçirtmekten çok yüzleşmeye çağırır. Filmlerini piyasanın verilerine göre değil kendi kişisel seçimine göre oluşturan Demirkubuz’un kimi filmlerinin girişinde “bağımsız” kelimesini vurgulaması bundandır. Filmleri minimal sinema estetiğini yansıtır ve bu yüzden sınırlı bir izleyici ve seçkin sinema severe hitap eder. Onun sineması insan odaklıdır, teknolojiyi, hatta sinemanın kendisini filmlerine bulaştırmak istemez. Aradığı tek bir şey vardır: sahicilik. Sinemanın, hayatın kendisi gibi süslemesiz ve yalın olması gerektiğini düşünür.

Filmlerinin bir felsefesi, bir duruşu, bir problematiği vardır. Her filminde bir insanlık durumunu gündeme getirip açmaya çalışır. Beslendiği kaynak ise temelde edebiyatın gücüdür. Bu yüzden onun filmlerinde bir edebiyat eseri okumanın tadı vardır. Filmlerde, herhangi bir romanda, bir öyküde rastlayabileceğimiz kahramanlara rastlarız. Sinemanın teknik imkânlarından çok edebiyatın imkânlarından yararlanır. Yani “göstermekten” çok “anlatır.” “Üçüncü Sayfa”yla birlikte, kamera hareketleri âdeta durur. Doğal ışık devreye girer. Gerekmedikçe ışığa başvurmaz. Bresson’a yaslanır, yani saf sinemaya. Ama bunu acemice yapmaz. Uzun monologlarda bile insanı sıkmayan bir akışkanlığı yakalar. Bu da elbette edebiyatın gücüyle sağlanır. Temel referansları Dostoyevski ve Camus’dur. Bu nedenle varoluşçuluk, nihilizm, kayıtsızlık onun ilgi alanlarıdır. Demirkubuz için Oğuz Atay’ın sinemadaki karşılığı tanımlaması yapılabilir.

Zeki Demirkubuz sinemasına “arayış sineması” demek daha doğru olur. Çünkü onun filmleri biraz da yönetmenin “anlamadığı, anlamak için çaba sarfettiği” temalar üzerine kurulu gibidir. Yani bir anlamda kendi sorunlarına izleyicileri katıp ortak bir serüvene çıkmak ister. Olan biten şeyleri kolaylıkla çözen, bütün bunlara doğru soru ve cevaplar bulan insanlarla işi yoktur. Her soruyu kaçamak yanıtlarla ve iki yüzlülükle aşan çağımız insanını eleştirir. Bütün bir insanlığın evrensel temaları olan kötülük, yalnızlık, bunalım, aşk, suç ve suçluluk, kıskançlık, güzellik, çirkinlik, merhamet, çıkarcılık, inanç ve inançsızlık, aldatma, cinsellik, kadın-erkek ilişkileri, yabancılaşma, varoluşsal sorunlar onun da gözde temalarıdır.

Yasadışı, toplumdışı insanları anlatır

O çoğunlukla yasadışı, toplumdışı insanların dünyasına eğilir. Söylenecek sözü, gidilecek yeri kalmamış, sıkışmış insanların gizini çözmeye çalışır. Hep kıstırılmış bir kenara itilmişleri anlatır; en alttakileri, ezilenleri, kaybedenleri. Ama bu yaklaşımlardan yola çıkarak onu bir umutsuzluk ve çöküş yönetmeni olarak nitelemek doğru değildir. Çünkü o, bu insanları gündeme getirerek insanlığın temel yükselen değerlerine muhalefet eder. Bu düşmüş, itilmiş insanların penceresinden yerleşik anlayışları eleştirir. Kötümser, karamsar ve umutsuzluk olarak algılanan bu benzerliklerin adresi insanın zavallılığıdır. İnsanın kadere karşı zavallılığı, insanın arzuları, zaafları karşısında zavallılığı.

Filmlerde anlatım ağırlıklı olarak kadın-erkek ilişkilerine oturtulur. Kadınlar genelde edilgendir. Erkeği peşinden sürükler. Erkek, aşkı için her şeyi yapar. İmkânsız aşklar sonucu insanlar intihar ederler. Toplum dışı insanların bile aşkları uğruna kendi canlarına kıyabilecek kadar gururlu oldukları vurgulanır.

Sigara, telefon, televizyon, şehir silueti, taksi, açılıp kapanan kapılar ve ev Demirkubuz sinemasının anahtar nesneleridir. Sadece bu kelimeler açılarak Demirkubuz sineması çözülebilir. Örneğin kahramanlar durmaksızın sigara içerler. Uzun uzun susuşlarda, derin derin düşünmelerde parmaklarda hep sigara vardır. Filmlerde durmaksızın telefonlar çalar. Cevap verilen ya da verilmeyen bu telefonlar filmlerde en kritik anların bir aracıdır. Onun filmlerinde televizyon başlı başına bir inceleme konusudur. Filmlerde aslında iki hayat vardır, biri filmde akıp giden hayat öbürü televizyonda akıp giden hayat. Kahramanlar ellerinde uzaktan kumanda hep televizyonun karşısındadır. Sürekli açılıp kapanan kapılar ise onun bir başka anlatım biçimidir. Ev içi, onun temel mekânı olduğu için sürekli girip çıkan insanları görürüz, bu anlamda kapılar onun sinemasında önemli bir simgedir.

Dostoyevski etkisi

Filmlerindeki Dostoyevski etkisi açıktır. Aşkları karşısında çaresizleşen, zavallılıktan ağlayan kahramanlar elbette Dostoyevski romanından fırlamış gibidir. İntiharların, ölümlerin, açmazların, çatışmaların adresi bellidir. Peki Demirkubuz peşinde olduğu Dostoyevski gibi insan ruhunun derinliklerine inebilmiş midir? Tabii ki hayır. Ama en azından Dostoyevski’nin temel vurgularını sinemaya taşımaya çalışmıştır. Dostoyevski’deki diyologların gücü onun filmlerinde de kendini gösterir. Tüm olup bitenleri tıpkı Dostoyevski’de olduğu gibi olayların anlatımından değil, diyaloglardan (bazen on dakika süren) öğreniriz.

Kahramanlarını idealize edip, kişilik yüceltmesine gitmez. Onları bazen çirkinleştirip gözden düşürür. İzleyici beğenisinden uzak tutar, zaaflarını öne çıkarır. Çoğuna günahlarının bedelini ödettirir ve pişmanlıklarını itiraf ettirir. Bu anlamda kahramanlarına (bunlar tam bir anti-kahramandır) nesnel davranır.

Filmlerinde kahramanlar hep başkaldırırlar. “C Blok”ta Tülay, “Masumiyet”te Bekir, “Üçüncü Sayfa”da İsa, “İtiraf”da Nilgün, “Yazgı”da Musa, “Bekleme Odası”nda Musa. Ama kahramanlar aşk karşısında çaresizdirler.

Varoluşçuluk

Demirkubuz, “Yazgı” ve “Bekleme Odası” filmlerinde Albert Camus, Jean Paul Sartre gibi yazarlarla anlam alanı bulan bir edebiyat görüşünün, felsefî anlayışın izlerini sürer. Varoluşçuluk olarak kavramlaştırılan bu akım, özellikle 1945 ile 1955 yılları arasında Fransa’da en parlak dönemini yaşamış, zamanla bu akımı sürükleyen öncülerin ayrı ayrı yönlere savrulması, yaşananlara, çağın sorunlarına ilişkin açıklayıcı çözümler üretememesi üzerine silikleşerek, etkisini yitirmiştir. Daha çok felsefi bir görüş olarak başlayan Varoluşçuluğun zamanla edebiyatta da ürünlerinin verilmesiyle yaygın bir etki alanı oluşmuştur.

Tarihsel kökenleri olmakla birlikte Varoluşçuluğu dönemsel etkilerin beslediğini söylemek mümkün. 1950’lerde bir yandan İkinci Dünya Savaşı’nın acılarını, bir yandan teknolojinin/sanayileşmenin sarsıcı baskısını üzerinde hisseden Avrupa insanı, Tanrı düşüncesinden de kopuşla birlikte tam bir kendi kendine yabancılaşma serüveni yaşar. Bu bunalım, felsefeye, sanat-edebiyata bütün unsurlarıyla yansır. Ne Tanrı ne de geçmişin mutlak doğruları artık olmadığına göre, uyumsuzluk, saçma ve acı kaçınılmazdır. Bilinmeyenlerle çevrili hayat içerisinde birey savunmasızdır. Geçmişinden, tüm birikiminden kopmuş insan yapayalnızdır. Çevre/kitle/bürokrasi ise insan mutsuzluğunu artırmaktadır. Bu yüzden toplumun her kesiminde topyekün bir çürüme yaşanmaktadır. Gerçek diye bilinenler artık şüphelidir. Gerçek ve düş birbirine karışmıştır. İnsanın gitgide vardığı yer hiçlik, boşluk, anlamsızlık olmaktadır. Birey bu kıstırılmışlıkla kuşku, korku ve güvensizlik içerisindedir.

Sineme serüveni

İlk filmi “C Blok” (1994) öncülüğünü Atıf Yılmaz’ın yaptığı“kadının cinselliğini keşfetmesi” akımının izlerini sürer. Bir anlamda gecikmiş bir dönem filmidir.

Evliliği kopma noktasına gelen Tülay, kapıcının oğlu (Halet) ile hizmetçisini aynı yatakta görünce âdeta hayatı değişir. Tülay tutkulu cinselliği keşfetmiştir artık. Hizmetçinin elinden kapıcının oğlunu alır. Ama kocasını da hizmetçisine kaptırır. Ne var ki bu da çıkış yolu değildir. Halet, akıl hastanesine düşer. Tülay da peşinden oraya gider. Filmde cinsel arzunun her şeyden güçlü olduğu vurgulanır.

Filmde Fruedyen bakış ve Antioni etkisi baskındır. Simgesel apartman göndermeleri ile modern insanın sıkışmışlığını vurgulamaya çalışır. Modernist mimarinin ezdiği, sıkıştırdığı insanların evlerinin hapisaneye dönüşmesi sonucu aradıkları çıkışlar ağırlıklı olarak işlenir. Demirkubuz’un peşinde olduğu Adorno’nun mimari anlayışını yansıtma çabaları ise filmde belirgin değildir. Sonuçta “C Blok”, tipik bir arayış filmidir.

Demirkubuz’un 1997’de çektiği ikinci filmi “Masumiyet”, sinemasının zirve noktası olur. Yönetmen daha sonra çektiği dört filmde de bu zirveyi aşamayacaktır.

Kardeşinin aşığını öldürüp on yıl hapis yattıktan sonra dışarı çıkan Yusuf’un gidecek yeri, akrabası kalmamıştır. Çünkü tümünü depremde kaybetmiştir. Bir otele yerleşir. Burada yenik, hayata tutunamamış insanlarla karşılaşır. Pavyon şarkıcısı Uğur, onun dilsiz kızı Çilem ve imkânsız aşkı Uğur’un peşinden her yere sürüklenen Bekir’le tanışır. Bekir sonunda intihar edecek, Uğur hapisane hapisane cezaevindeki kocasının peşinden koşacak, dilsiz kız Çilem ile Yusuf baş başa kalacaktır.

Otelin antresinde sürekli yeşilçam filmleri oynar. Oysa hayatın içinde otelde, acımasız gerçekler yaşanır. Düşler ve gerçekler sürekli karşılaştırılır. Yusuf ve dilsiz kız, yeşilcamın sunduğu bozulmamışlığı, güzel düşleri temsil ederken, Uğur ve Bekir yeşilçamın atladığı hayatın gerçek yüzünü gösterir.

Filmde ağırlıklı olarak merhamet, dışlanmışlık, toplumsal yapıya başkaldırı temaları işlenirken aşkın, tutkunun insanı nasıl acınası hale sürüklediği anlatılır.

Bekir’in (Haluk Bilginer) Yusuf’a hayat hikayesini anlattığı on dakikalık sahne, Uğur’un (Derya Alabora) otel odasında Yusuf’un aşk ilanından sonraki konuşmaları filmin unutulmaz sahneleridir. Film, Samuel Beckett’ten bir alıntıyla biter; “Hep Denedin/Hep yenildin/Yine dene/ Yine yenil/Daha iyi yenil.”

Demirkubuz 1999 da ise “Üçüncü Sayfa”yı çeker. Film, gazetelerin üçüncü sayfalarında gördüğümüz aşk cinayetlerini anlatır. Hayatının en büyük gayesi başrol oynamak olan figüran İsa, hayatta tam bir kıstırılmışlık yaşamaktadır. Birkaç kez intihara kalkışır ama beceremez. Bu arada dört aydır kirayı ödemediği için ev sahibinin hakaretine uğrar. Gider adamı öldürür. Orada bayılır. Uyandığında karşısında kapı komşusu Meryem’i görür. Meryem sürekli koca dayağı yiyen mutsuz bir kadındır. İsa’yı kendine aşık eder. Sonra da ondan kendi kocasını öldürmesini ister. İsa’nın tereddüt geçirmesi üzerine her şeyi anlatır. Aslında ev sahibinin metresi olduğunu, İsa’nın ev sahibini öldürdüğünde o evde olduğunu, cinayete şahit olduğunu anlatır. Kendisini de sürükleye sürükleye eve getirmiş böylece onu polisten korumuştur. İsa aşkı uğruna cinayet işlemeyi kabullenir. Ama ona gerek kalmaz, kocası bir başkası tarafından öldürülür. Ama sonunda Meryem’in tümüyle İsa’yı kullandığı anlaşılır. Aslında Meryem her şeyi bir başka aşığı (ev sahibinin oğlu Serdar) ile tasarlamıştır. Bütün bunları öğrenen İsa intihar eder.

Korktuğunda, haksızlığa uğradığında, sıkıştığında intiharı gerçekleştiremeyen İsa, hayalleri yıkıldığında, ihanete uğradığında, aldatıldığında intiharı gerçekleştirir.

Aslında filmin temel vurgusu Meryem’in dramı değil, İsa’nın dramıdır. Pek çok alanda sıkışmış olan İsa, intihar eylemini gerçekleştiremez ama inançlarının boşa çıkması üzerine intihar eder.

2001’de çektiği “İtiraf” ise aldatma ve aldatılma üzerinedir. Harun karısı Nilgün’ün kendisini aldattığını öğrenir. Ama bunu kendisine söylemekten çok onun itiraf etmesini bekler. Nilgün bunu reddeder. Bunun arkasında vicdanını rahatlatma teşebbüsü yatmaktadır. Çünkü Harun, Nilgün en yakın arkadaşının hanımı iken onunla aşk yaşamış, bunu öğrenen arkadaşı ise intihar etmiştir. Nihayet karısı kendisini de aldatmıştır. Ne var ki Harun’dan ayrılan Nilgün yeni aşığıyla da mutlu olamaz. Ondan da ayrılır. Harun ise gururunu aşar Nilgün’ü bulur.

Yine 2001’de çektiği “Yazgı” 1950’lerin gözde teması varoluşçuluğu işler. Filmin senaryosu Albert Camus’un “Yabancı” adlı eserinden uyarlanır. Hukuk fakültesini yarım bırakmış olan Musa, muhasebeci olarak yaşamını sürdürmektedir. Onun için hayat anlamını yitirmiştir. Ortalıkta adeta ruh gibi dolaşmaktadır. Suskun ve içine kapanıktır. Onun için hiçbir şey fark etmez. Etrafında olan her şeye ilgisizdir. Hiçbir şeyin nedenini merak etmemektedir. Tanrıya inanmaz. Sadece Tanrıya değil hiçbir şeye inanmaz. Annesinin ölümünü bile kayıtsızlıkla karşılar. Üzülür ama gizli gizli sevindiğini de etrafına söylemekten çekinmez. Çünkü onun için hayat anlamsızdır. Sadece kız arkadaşı istediği için onunla evlenir. Cinayetle suçlandığında bile kendini savunmaz. “Ben suçsuzum” diyemez. Hatta cinayeti bir başkasının işlediği ortaya çıktığında onları kendisinin de öldürmek istediğini itiraf eder. Çünkü ona göre insanlar ikiyüzlüdür, kendi ikiyüzlülüklerini zayıf insanlara ödetirler.

Zeki Demirkubuz’un altıncı filmi ise “Bekleme Odası”dır. (2003). Film sinemada sıkça gördüğümüz, bir yönetmenin film çekme serüvenini ve kendisiyle, bu vakte kadar ki yaptıklarıyla yüzleşmesini anlatır. Yönetmen Ahmet, Dostoyesvki’nin “Suç ve Ceza”sını filme çekmek istemektedir. Bu arada apartmanına hırsızlığa gelen bir delikanlıyı yakalar ama serbest bırakır. Daha sonra onun peşine düşerek filminin Raskolnikov rolünde oynatmak ister.

Çevresinin çok önemsediği, filmlerinin takdir gördüğü yönetmen Ahmet, tam bir hayal kırıklığı ve yıkılmışlık içerisinde derin bir umutsuzluğu yaşamaktadır. Yaptığı filmlere inancı yittiği gibi gelecekle ilgili endişeler de taşımaktadır.

Kendi sanatıyla bu kadar derin bir hesaplaşma ve yüzleşme içerisine giren yönetmen tam bir sanatçı tavrıyla hayattan kopar. O artık olmak ya da olmamak arasında “bekleme odası”nda beklemektedir. Ama onun yaşadığı kırılmanın farkında olmayan insanlar ondan hep kendileriyle ilgili bir şey beklerler. Bu sanatkarane kapanmayı, yüzleşmeyi, kendilerine yönelik bir ilgisizlik, kayıtsızlık giderek bir zalimlik olarak algılarlar. Bu yüzden kadınlar onun hayatına girerler, çıkarlar. Ama bu ilişki tümüyle yüzeyseldir ve bekleme odasının kapısındadır. O sanatı, kadınlar ise hayatı seçmiştir.

Aslında bu bekleme odasını tümüyle yüzleşme sürecine, yaratım sürecine bağlamak yanlış olur. Bunu bir çeşit tedirginlik olarak almak daha doğru olur. (Demirkubuz bir konuşmasında filmin başında yönetmenin kanser olduğunu öğrendiğini bu tedirginliğin kısmen buradan kaynaklandığını belirtir.) Ahmet, aslında varoluşçu izler de taşımaktadır. Hayata ilişkin doğruları yoktur. Geçmişine ve geleceğine ilişkin tüm inançlarını yitirmiştir. Gündelik hayattaki (aşk, sevgi) her şey anlamını yitirmiştir. Sevgilisinin “hayatında birisi mi var?” sorusuna evet yalanını söyler. Hırsızı yakaladığı halde bırakır. Bu arayışın Demirkubuz’un çok önemsediği “nedensizlik” üzerine oturttuğu söylenebilir.

Sonuç olarak, Zeki Demirkubuz sinemasının iletmeye çalıştığı mesajlar elbette tartışılabilir. Ama tartışılamayacak olan onun filmlerinin sahiciliğidir. Bu sahicilik ve arayış onu daha iyi yerlere götürebilir. Çünkü “bulanlar sadece arayanlardır”. Tıpkı Tarkovski, Antioni, Bergman, Bresson, Abbas Kiorastami gibi.

Necip TOSUN
http://www.7sanat.com/inceleme/zeki-demirkubuz-sinemasi/

YAZAR KADROMUZ

Fotoğrafım
Yazsam roman olmayacak hayatımı bir kaç cümleye de sığdıramayacağım için herkesin güneşi kendine diyerek tatlıya bağlıyorum