Tüm filmler politiktir, ancak her film aynı tarzda politik değildir.Mike Wayne

Başlarken;

Başlarken;
Sinemanın her türünü kapsayan ama özellikle en az gündeme gelen türü sayılabilecek politik sinemayı açıklamak, sinema dünyası hakkında güncel bilgilere ulaşılabilirliği sağlamak ve bu bağlamda fotoğraf, film bilgileri, eleştiri yazıları, akademik bilgiler, yayımlanan kitaplar vs. paylaşımını sağlamak amacıyla kurulmuş bir blogdur.

29 Ekim 2012 Pazartesi

YAZDIKLARIM


İNSAN NEDİR Kİ?

Reha Erdem, filmlerinde en temelde insana dair sogulamalar yapmakta  ve herkesin” insan olma” çabasında nasıl ilerledğini incelemektedir genellikle. Erdem filmlerindeki bu “insan olmak” için kahramanların verdiği mücadeleyi çoğunlukla  ergenlik ve büyümek üzerinden işlemektedir.   Kahramanları büyümeye direnç göstermekte, büyümüş olanlar ise(yetişkinler) çocuklukta ve ergenlikte büyümeye karşı gösterdikleri isyandan vazgeçmiş, mevcut düzeni kabullenmiş ve durulmuş kişiler olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Hatta hayat boyunca iktidara ortak olmak için çabalayan insanın yetişkinlikte bu çabalamaların sanki bir bedeli olarak öksürükten kurtulamadıklarını görüyoruz(Hayat Var’daki dede,Beş Vakitteki imam,Kosmos’daki terzi)(Yücel,2009). Erdem’e göre ergenlik insan olma yolunda yaşanan en zor ve sancılı dönem, yetişkinlik ise bunun bittiği durulduğu dönem. Yönetmenin insan olmak, büyümek, insanın iç çelişkileri gibi konuları  en bariz işlediği filmi ise Korkuyorum Anne filmi diyebiliriz. Hatta filmin ilk önce belirlenen ismi aslında “İnsan Nedir Ki?“.

Öncelikle yönetmenin filmlerindeki temel güzergahı ya da izlediği sürecin şemasını çıkarmaya çalışalım. Kısaca açıklamak gerekirse filmlerinde en temelde birey ile toplum arasındaki çelişkinin varlığından yola çıktığı söylenebilir. Bireyin mutluluk ve özgürlük arayışı ile kültürün çatışmasını ele alan Erdem, Freud’un düşüncesine benzer özellikler taşımaktadır. Freud mutluluğun insan için evrensel bir ihtiyaç olduğunu ve  ancak içgüdüsel arzuların doyurulduğu egoist bir yaşam tarzıyla mutluluğun olabileceğini savunur. Modernist proje ise insanların mutluluk içinde değil evrensel bir hoşnutsuzluk içinde ve bunu da bir arada uyumlu yaşamanın bir bedeliymişcesine ortaya koyar(Yücel, 2009). Freud’a göre herkes kendi yöntemiyle bu çatışmayı çözecektir.Erdem de filmlerinin sonunda herkesin kendi çözümünü gösteriyor. Kimi bu çelişkiden sürekli kaçıyor(Ali) kimisi aşka sığınıyor(Hayat) kimisi de öldürmeyi çare olarak görüyor(Ömer). Korkuyorum annedeki Ali ise ergenlikte kalmaya çabalayarak,adeta zamanı aynı noktada durdurup büyümenin önüne geçmek ve hep çocuk kalmak istemektedir.

Ali bir trafik kazası sonucu hafizasını kaybetmiştir ve film bunu anlatarak başlamaktadır. Film her ne kadar bir mahalledeki apartman dairesine sıkışmış gibi gözükse de aslında özenli bir kurgunun yardımıyla kendimiz gibi diğer insanların da hapşırdığını, yemek yediğini gösteren görüntüleri arka arkaya sıralayarak bir nevi hepimizin aslında birbirimize benzediğini,benzer davranışlarda ve benzer özelliklerde olduğumuzu gösteriyor.  Ali, yaşadığı hafıza kaybı nedeniyle doktora gittiğinde babasını hatırlamadığını söylüyor. Doktor da Ali’ye baban dışındaki herkesi tanıyor musun peki diye soruyor. Ali de nasıl tanıyım herkesi, okadar çok insan var ki, okadar çok göz, okadar çok kulak... “diye cevap veriyor. Bu diyalog sırasında biz de ekranda vapurda,sokakta,yolda sıradan insanların bedenlerini ve davranışlarını izliyoruz. Esneyenler,simit yiyen bir amca,el sıkışanlar...

Bunun dışında filmdeki en büyük iktidar aslında ailedeki baba olarak gösterilmekte fakat bunun dışında dışarda polis ve askerin de iktidarın birer parçası olduğunu, polisin Ali’nin hafıza kaybına neden olan yaşadığı kazaya ilişkin sorgusu sırasındaki Ali’nin korku dolu bakışları aracılığıyla aktarmaktadır. Ancak bir önceki sahnede polislerin aralarında sohbet ederken birinin diğerine saçlarının sertliğinden şikayet ettiğini, diğerinin de ona bu sorununu çözecek bir krem önerdiğine şahit oluyoruz. Burada aslında bir iktidar uzantısı olarak korkulan polisin de normal bir insan olduğunu anlatmaya çalıştığını görüyoruz yönetmenin. Psikolojide de en büyük iktidar aracı olarak görülen baba ise Ali’nin en çok korktuğu varlık belki de. Öyle ki film boyunca Ali zaman geçtikçe evdeki köpeği bile hatırlıyor ama babasını çok uzun bir zamandan sonra ancak hatırlayabiliyor.

Film,iktidar olma istemi, özgürlüğü arayış, toplumsal baskıdan kaçış gibi insana dair birçok sorgulama içeriyor. Bunlardan biri de insan bedeni. Filmde insan bedeni bir bilinmezlik ve ötekileştirilmiş bir varlık olarak görülüyor. Öyle ki röntgen filmine bakan Neriman, Ey yüce Rabbim,iyi ki üzerimizi örtmüşsün diyor.(Yücel, 2009) Kendini Ali’ye hatırlatmaya çalışan Neriman başlıyor kendini,mesleğini tarif etmeye ancak en sonunda “ne zormuş kendini anlatmak” diyor. Sonunda Neriman’ın kendini ve neden bu koşullarda olduğunu sorgulayan bir iç diyaloğa ulaştığını görüyoruz. Sanki hayatın karmaşası içinde durup kendimize hiç bakmıyoruz ve bunu ancak olağanüstü bir durumda (örneğin Ali’nin hafıza kaybı )yaptığımızı göstermek istiyor yönetmen bize. Ali’nin babası sinirleniyor Neriman Hanım’ın kendini sorgulamasını dinlemek zorunda olduğu için ve” ne alakası var şimdi sizin hayatınızla bunun” diyor.Neriman Hanım da “nasıl anlatayım kendimi başka türlü” diyor. Sanki insan çelişkileriyle pişmanlıklarıyla bir bütündür dercesine.

Ali’nin yaşadığı hafıza kaybı onun adeta küçük bir çocuk gibi davranmasına ve düşünmesine sebep oluyor. Ali’nin annesi o küçükken ölmüş. Aslında Ali’nin hayatta en zorlandığı şey de bu. Ali bir sahnede yavaş yavaş denize giriyor ve kayboluyor. “Deniz Jung terminolojisine göre  kolektif bilinçaltının yaratıcısı konumdadır, aynı zamanda evrensel annenin de arketiğidir.Anne yaşam suyunun bir karşılığı,yaratıcı edimin bir biçimidir. Anne kavramı Jung terminolojisinde  hem bireyin kişisel annesini hem de kolektif bilinçaltının arketipi konumundaki evrensel anneyi karşılar. Kişi kendi annesinde evrensel anne arketiğini arar ve bu yolla onu Tanrılaştırır.”(Yücel,2009, s:34)Böylelikle Ali suya girdiğinde annesine kavuşmuştur. Baba ise hayatın mantıksal kısmını oluşturuyor ve Burak Acar’ın tabiriyle genellikle eve ekmek getiren,hayatın tozuna toprağına karışmış homo economicuslar olarak görülüyor. Aslında insanlık tarihindeki ilk iş bölümü olan kadın ve erkek arasındaki iş bölümü bugün de varlığını sürdürüyor. Genellikle kadınları evde, erkekleri de çalışma hayatında gördüğümüz Erdem’in filmleri bilinen küçük aile tipolojisini de seyirciye göstermiş oluyor.

Erdem’in özellikle  idealini anlattığını söylediği Kosmos filminde kahvehanede ona iş verilmesine rağmen çalışmayı reddeden Kosmos karakterinde açıkca gördüğümüz “tembelliğe övgü” tarzındaki vurgusunu çok üstüne basmamış olsa da bu filminde de görüyoruz. Babası Ali’nin hafızasını kaybetmeden önce çok tembel olduğundan,hiç bir işte dikiş tutturamadığından, çalışmadığından yakınıyor. Ama biliyoruz ki ömrünün üçte ikisini işinde harcayarak geçiren emekçiler için aslında çalışmak özgürleştirmiyor. İnsanın daha fazla artı ürün için değil, doğadaki işlevini yerine getirebileceği,insanın kendi olması için gerekli üretkenliği ve yaratıcılığı sayğlayabileceği bolca boş vakite sahip olması ve daha az çalışması gerekiyor mu?

Filmin en can alıcı sahnesi ise belki de Ali ile kasabın “erkek olma” üzerine konuştukları sahnedir. Kasap Ali’ye nasıl erkek olunacağını öğretirken “insan nedir?” diye soruyor ve kendisi cevap veriyor. Et ,kemik, yağ ve sinir.” Erkek nedir?” diye soruyor ve aynı cevabı yineliyor, “danadan ne farkımız var ? Önemli olan içinde ne var, içinde erkek yatıyor mu?” diyor.

İncelendiği üzere film bize insan hakkında birçok ipucu sunuyor ve aralanacak kapıları işaret ediyor. Seyirci olarak belki de bir çoğumuzun uyuyan algılarını açmamızı sağlıyor. Ancak biraz düşününce görüyoruz ki insanı birazcık anlamaya başladığımız yerde toplum başlıyor. Hatta birey olarak insanın birçok davranışında ve düşüncesinde toplumsallık yaıtyor. Bu da bizi doğayla ya da diğer canlılarla kurduğumuz ilişkileri anlamada toplumsalı incelemeye ve toplumun içindeki bireyi incelemeye götürüyor. Film de bize bunun ipucunu veriyor belki. Çünkü Ali’nin sorunu babasıyla olan kişisel bir çatışma değil, toplumun yarattığı “baba” erkinin onda yarattığı baskıya karşı özgürlüğüne kavuşma arayışı.

Güneş Uyanıker

YARARLANILAN KAYNAKLAR

Nilüfer Güngörmüş, Reha Erdem, Korkuyorum Anne, Metis Yayınları, 2009, İstanbul

Fırat Yücel (Editör), Reha Erdem Sineması:Aşk ve İsyan,Çitlembik Yayınları, 2009, Ankara

 
KENTİN ÖTEKİ YÜZÜ
İzmir’in kordonu, fuarı, saat kulesi gibi görünen yüzünün yanında görünmeyeni anlatmak belki de İzmir’in daha özgün bir yanından tutmak olacaktır. Gecekondular ya da “varoş”ların İzmir’deki hallerini yakalamak ve bir nevi sokağın öyküsünü yazmak da ancak böyle bir derinliğe sahip kafaların (düşüncelerin) ürünü olabilir...
İzmir’in görünmeyenini anlatan Vicdan ve Kader filmleri belki herkesin “burası İzmir” diyebileceği simgeler ve mekânlar sunmasa da karakterlerinin ve öykülerinin İzmir’e aitliğini hissettiriyor.
Aşkı konu alan bu iki filmde de yine aşkın iki yüzünü görüyoruz. Vicdan’daki kimine göre vahşi kimine göre sınırları yoklayan aşk duygusu bir tutku niteliğinde ele alınmış. Filmde Mahmut’un Aydanur’a bağımlılığını özellikle cinsellik üzerinden işleten bir ilişki portresi çizilmiş. Bir tarafta da Mahmut’un evlendiği kadın Songül var. Bir yandan bu aşk hikâyesine tanık olurken bir yandan da varoşlarda geçen hayat mücadelelerine şahitlik ediyoruz.
Geç saatlere kadar çalıştıkları, sıcak ve basık bir ortam olan fabrika ve fabrikadan çıkıp döndükleri gecekonduları arasında gidip gelenlerin öyküsü bu aynı zamanda. Fabrikadaki yoğun ve monoton çalışmalarının dışında onlara kalan ise belki de sadece aşktır. Sonradan Mahmut’un sert aşkından sıkılan Aydanur, çocukluk arkadaşı olduğu Mahmut’un eşi Songül ile Mahmut’a karşı birlik olmaya başlıyor. Basmane’deki tren raylarına üst geçitteki teller arasından bakarak kente ve belki de dönüşmek zorunda bırakıldıkları her şeye isyan ettikleri sahnede, filmin anlatmak istediğini de ele verdiğini görüyoruz. Kente yaptıkları haykırışın ardından Songül ile Aydanur işe gitmeyerek Alaçatı’daki rüzgâr tribünlerinin altında adeta bir rüzgâr gibi özgürlüklerini yaşıyorlar.
Eskiden kent merkezi olan ve artık pavyonların ve otellerin yer aldığı gündüzleri karanlık, yıkık dökük ama geceleri pavyonların ışıklarıyla aydınlanan bir Basmane’yi de işlemeden geçemiyor yönetmen Erden Kıral.
Filmin giriş sahnesinde arabayla tepeye tırmandıklarında İzmir’in manzarası büyüdükçe aşıkların tutkularının da zaman içinde büyüyerek öykünün de sonunu getirdiğini söyleyebiliriz. Zaten dibe batmışlığı sonuna kadar yaşayan bir aşkın yolu da ancak böyle bir İzmir’den geçtiğinde o çaresizliği hissettirebilirdi bizlere herhalde.
 
Çaresizlik ve aşk sürgünü diyebileceğimiz başka bir İzmir hikâyesi de Zeki Demirkubuz’dan geliyor. Demirkubuz’un erdeme giden yolun kötülükten geçtiği düşüncesinden hareketle yine kötü insanlar olmayan fakat hayata tutunamamanın kötülüğe ittiği karakterleri görüyoruz. Uğur ile Bekir’in hikâyesi de ağırlıklı olarak yine bir gecekondu mahallesinde geçiyor. Küçük bir esnaf dükkânına mahallenin güzel kızı Uğur’un girmesiyle başlıyor film. Dükkânda ise sevdiğine sevgisini bile söyleyemeyecek kadar içine kapanık ve muhtemelen başında durduğu dükkânda da babasının emri üzerine sesini çıkarmayarak, dükkânda durmayı kabul etmiş Bekir beklemektedir. Bekir’in Uğur’a ulaşması çok zor görünse de Bekir’in hikâye boyunca gösterdiği çaba bu zorluğu kırıcı ama bir yandan da insanı kader olgusuna inanmaya iten bir his uyandırmaktadır seyircide. Uğur her ne kadar Zagor’a âşık olsa da, Bekir’i her zaman küçümsese de aşkı bir cinsellik ya da çıkar ilişkisinden ibaret olmayan, sadece “O”nun yanında kalmanın aşığa yeteceği yüce bir duygu olarak sunuyor bize yönetmen.
İki filmde de anlatılan iki aşka İzmir’in etkisi yadsınamaz durumdadır. Vicdan’da da Kader’de de anlatılan birer aşk öyküsü değil İzmir’de geçen bir aşk öyküsüdür. Sonuç olarak hem aşkı iki farklı biçimde algılayıp yansıtan, derinlikleri itibariyle İzmir’i ve İzmir’de varoşları mekân olarak seçen iki yönetmen de kentin öteki yüzünü bizlere bu aşk hikâyeleri aracılığıyla ustalıkla gösteriyor.
Güneş Uyanıker
25.08.2011

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

YAZAR KADROMUZ

Fotoğrafım
Yazsam roman olmayacak hayatımı bir kaç cümleye de sığdıramayacağım için herkesin güneşi kendine diyerek tatlıya bağlıyorum